Çiğdem Sezer
KENTLERİN ROMAN KAHRAMANLARI : SEMTLER
Bizi şaşırtan, içine alan ya da dışarıda bırakan kentler…
İnsanın en büyük hazinesi olan çocukluğu saklayan kentler…
İçimizi acıtan ama yine de vazgeçemediğimiz kentler…
Aşklarla, ayrılıklarla, acılarla, sevinçlerle harmanlanmış kentler…
Bizi “biz” yapan ya da “bizi bizden alıp kendine katan” kentler…
Binlerce cümle kurdurabilir kentler; kitaplar yazdırabilir ya da tüm sözcükleri yutup sessizliğine katabilir bizi. Her durumda bir yaşanmışlığı ya da bir hayali taşırlar içlerinde; o yaşanmışlık ya da hayal bizimdir, bize aittir, biliriz ama yine de koparıp alamayız onu kentin göğsünden. “Hatıraların bendedir ve onlar bende oldukça sen bana mahkûmsun,” der gibidirler bu halleriyle. Bu mahkûmiyet bazen çaresizliği besler, bazen ait olmanın ilk halini duyumsatır; ama her durumda bize ait olanı saklar kent .
Dünyanın “hatıra defterleri” dir kentler; bizim hatırlayamadıklarımızı da bizim için saklayan.
Bir romanın sayfalarını çevirir gibi dolaşabiliriz kentin sokaklarında; ölçülemez bir hızla akıp giden zamanı aralayıp bakabiliriz oradan dünyaya.
Kent bir romansa “semtler” de o romanın kahramanları değil midir?
Kuşkusuz öyledir.
Bu inançla yola çıkmıştı Heyamola Yayınları ve “Türkiye’nin Kentleri” kitap dizisini çıkarmaya başlamıştı. Şimdilerde 24 kent kitaplaştırılmış, 17 kentin yazımı devam ediyor. Ülke ortalamasına bakıldığında azımsanmayacak ölçüde okura ulaştı bu kitaplar, ilgi gördü. Sonrasında kent bütününden semtlere çevrildi dikkatler ve önce İstanbul’un seksen semti kitaplaştırıldı. Ardından İzmir’in semtleri geldi; kırk bir semt, kırk bir yazar tarafından birer kitap olarak çıktı okurun karşısına. Üçüncü olarak da “Trabzon’ur Yolumuz” seslenişiyle Trabzon’un semtleri kitaplaştırıldı; 22 yazar, Trabzon’un yirmi iki semtini yazdı ve yirmi iki kitaplık bir dizi çıktı ortaya.
Biz de “Her kent bir romansa, semtler de o romanın kahramanları değil midir!” dedik ve bu gözle baktık bir de “Trabzon’dur Yolumuz” kitap dizisine. Kuşkusuz tüm metinlerde olduğu gibi burada da okurun duyuşsal-düşünsel farklılıkları etkili olacak ve herkesin roman kahramanı kendince şekillenecektir. Ben kendi “roman kahramanlarım”ı bulup çıkarttım Trabzon’un semtlerinden. Sizinkiler bambaşka karakterler de olabilir. “Herkesin roman kahramanı kendine!” diyelim ve Trabzon’un sokaklarını bir romanın sayfaları gibi çevirelim bakalım hangi kahramanlar çıkacak karşımıza!
Önce Arafilboy (Aya Filibo) ve Sotka (Sotkha); bu iki semt, binlerce yıl kentin iki önemli kapısını oluşturmuşlar; kente tüm giriş çıkışlar buralardan gerçekleşmiş. Arafilboy kentin doğu kapısını, Sotka da batı kapısını oluşturmuş. Sotka denizle iç içedir; Arafilboy’sa denizin hemen yanı başında. Venedikliler Sotka tarafında kurmuşlar kolonilerini, Cenevizliler Arafilboy tarafında. Kentte yakın geçmişe kadar devam eden Arafilboy- Sotka çekişmesinin kaynağı o döneme mi dayanıyor yoksa? Bu iki semt bıçkın birer delikanlı olurlar roman içinde; “mahallenin namusu”ndan sorumlu, kavgadan kaçmayan, dövüşmek kadar sevmeyi ve paylaşmayı da bilen, iyi yürekli kahramanlardır bunlar. Bütün çabaları semtlerinin bütünlüğünü korumak içindir. Geleneksel, muhafazakâr, paylaşımcı, yardımsever ama gerektiğinde ölümüne dövüşebilen kahramanlar… Zaten roman sonunda ya ölürler ya hapishaneye düşerler ya da kuytu bir kahvehanenin badanası sararmış, sıvası dökülmüş duvar dibinde nargile içerler. Yaşlanmışlardır, güçleri azalmıştır ama dikkatli okur, ayak izlerini görebilir, yakıcı naralarını duyabilir sessiz sokak aralarında. Kentin hızlı değişiminden en çok onlar etkilenir; bir zamanlar “ait olma”nın ilk adımı onlarla atılmıştır ve belki de bu yüzden en çok onlar yaşar yabancılaşmanın hüznünü, çaresizliğini…
Bir diğer “delikanlı” semtimiz de Faroz’dur ; Faroz da Sotka gibi denizle iç içedir ( birbirleriyle de iç içedir aslında bu iki semt ve benzer yaşantılar sürdürürler). Belki bundan, daha neşeli, dışa dönük, ne yalan söylemeli daha yakışıklıdırlar.
Bu semt-kahramanlarımızın tümü denize âşıktır!
Yenicuma da “delikanlı” semtlerindendir Trabzon’un; ama içine kapalı bir kahramandır o.Asla elde edemeyeceğini bildiği aşkına bakar gibi yukardan bakar denize. Umarsız ve öfkelidir ama öfkesini de kendi içinde taşır ve diğerleri arasındaki kavgalara karışmaz; mağrur ve suskun kahramanıdır romanın. Bu duruşta, yenilgiyi baştan kabul etmiş olmanın ezikliği de yok mudur bir parça! Kimbilir!
Kavakmeydan, kent- romanın yakışıklı futbolcusudur; bütün kahramanların âşık olduğu deniz, Kavakmeydan’a âşıktır. Kavakmeydan, denizin ilgisini üzerinde toplamaktan mutludur; karşılıksız bırakmaz bu ilgiyi ama onun gerçek aşkı futboldur!
Ayasofya, ağırbaşlı, yaşlı papazıdır romanın; cemaati kalmamış bir kilisenin loş koridorlarında hüzünle dolaşan…
Kalekapı, yorgun bir ihtiyardır; bütün çocuklarının terk ettiği.
Boztepe, koynunda kuş besleyen eski bir avcıdır; bir tepeden, kente hüzünle bakan… Herkes onu kambur garsonu olarak bilir çay bahçesinin ama o koynunda kuş beslemeyi sürdürür gizli gizli.
Moloz, veresiye defterleri arasında kaybolmuş bir toptancı, Mumhaneönü emektar bakkalıdır romanın. “Merhaba Pirinç, merhaba şeker!” diyerek güne başlar her ikisi de.
Uzunsokak, yaşlı, aydın bir bürokrattır ve uzun saçlı oğluyla başı derttedir çoğu zaman.
Soğuksu, zengin bir ailenin kendine ait bisikletiyle hava atan çocuğudur. Bütün çocuklar o bisiklete hayrandır ve bir gün öyle bir bisiklete sahip olmayı dilerler. O gün geldiğindeyse bisiklete binecek alan kalmamış olacaktır ortalıkta.
Hacıkasım, narin bir kalem efendisidir.
Kalkınma, bir üniversitede öğretim görevlisidir ve gençlerin hayata adım atışlarını izlemek en büyük zevkidir.
Meydan, romanımızın bilge kişisidir; binlerce yılın öyküsünü taşıyan kalbi yorulmuştur artık.
Ganita, romantik- entelektüel kişisidir romanın. Yazdığı şiirleri yalnızca “dilini bilenler”in okuyabileceği bir şairdir o.
Ortahisar, saraylı bir hanımefendidir; güngörmüştür, usul erkân bilir. Yaşlanmış, epeyce şişmanlamıştır ve bu haliyle de saraylı zarafetini sürdürmeye çalışmaktadır.
Kemeraltı, çift kişilikli bir gece bekçisidir; aydınlıkta şen şakrak bir delikanlıyken, karanlıkta gizemli bir gölgeye dönüşür sokak aralarında.
Erdoğdu, arada kalmışlığın gel gitlerini yaşayan öksürüklü bir amcadır; hızla top sektiren bir delikanlı olduğunu görür rüyalarında.
Çömlekçi, kızı kötü yola düşmüş dertli bir annedir.
Okludere, Çömlekçi’nin dert ortağı komşu kadındır.
Bu kent - romanın “kötü adam”ı kim midir? Elbette ki “çarpık kentleşme”! Kent - romanın tüm sayfalarında sinsi bir gölge olarak varlığını sürdürdüğü hatta işi çığırından çıkarıp olur olmaz sahnelerde arz-ı endam eylediği için ayrıca ele alınmamıştır!
Roman boyunca kahramanlar bir yandan kendi içlerinde ayrı yaşamlar sürdürürken, öte yandan bir şekilde yolları kesişir ve kâh hüzünlü kâh sevinçli zamanları paylaşırlar.
Bilirler; her biri ayrı birer değerdir roman içinde. Birini çekip alsanız, diğeri eksilecektir.
Bilirler, bir kenti oluşturan sokaklar gibidir roman kahramanları; birbirine ulaşmayı, birbirinin hayatına değmeyi sağlayan.
Her biri “başkahraman” olarak görmek ister kendisini elbette; ama bilirler ki “başkahraman” olmaktan daha önemlidir vazgeçilmez olmak…
Semtler, kent-romanın vazgeçilemezleri değil midir!
***
“…kimiz biz, deneyimlerin, bilgilerin, okunmuş metinlerin, imgelerin oluşturduğu bir bileşke değilsek neyiz her birimiz? “
Böyle der, Italo Calvino “Amerikan Dersleri” adlı yapıtının bir yerinde.
“Roman kahramanları” da bu bakış açısıyla görülmeli değil mi?
Kent- romanın kahramanları semtler de böyledirler; deneyimler, bilgiler, metinler ve imgelerin oluşturduğu bir bileşke!
Semtleri hikâye etmek, kentin birikimini hikâye etmekse –ki öyle olmalı-; bu hikâyeler, kentin kapılarını ardına kadar açacaktır bize ve orada saklı kalanı hissetme, anlama olanağı sağlayacaktır; kültür başkenti olduğu dönemlerin birikimini, ticaretin kalbi olduğu dönemlerin varsıllığını, din farkının gözetilmediği yaşantıların renkliliğini ve daha neleri…
“Trabzon’un Semtleri” dizisi de bunu yapıyor; öte yandan binlerce yıllık kültür mirasının, sosyolojik yapının gündelik politikalara, popüler olana nasıl yenildiğini de gösteriyor elbette.
Kent - romanın kötü adamı “çarpık kentleşme”dir, demiştik ama romanı okumayı, yorumlamayı sürdürdükçe, bu “kötü adam”ın arkasında başka güçler (!) olduğunu da düşünüyorsunuz; biz bu “başka güçler”in varlığını kâh bir kurşun sesi, kâh tiz bir çığlık olarak duyumsarız satır aralarında ama gerçekte başka bir kent-romanın konusu-kahramanı olacak kadar ağırlıklıdır.
O “başka güçler” değil midir Çömlekçi’nin kızını kötü yola düşüren, Gazipaşa gibi aristokrat bir hanımefendiyi, konağını müteahhide vermek zorunda bırakan, kentin kalbi olan Meydan’ın kalbini yoran –yormak ne kelime “oyan”-, Erdoğdu’yu iki arada bir derede, Ganita’yı anlaşılamamanın hüznünde, Uzunsokak’ı koskocaman bir çıkmazda, Faroz’u, Sotka’yı denizin uzağında bırakan ve Hacıkasım’ı kimlik bunalımına sokan!
Dileriz gelecek kent-romanlardaki semt-kahramanlarımız da “başka güçler”in varlığını yadsımazlar. Aksi halde “ölü kahramanlar” olarak geçeceklerdir kent -romanlar tarihine!
Roman Kahramanları sayı: 8
Ekim/Aralık2011
cigdem sezer okurları için
2 Ekim 2011 Pazar
12 Aralık 2010 Pazar
Girdap
Çiğdem Sezer
GİRDAP
bir zaman elmanın hüznüne dadandım
ergen dalım kırıldı
kuşlara kaldım
çınar evimdi mahzenim
gövdesine çok dağıldım
yapraklar bilir dedim kuşların ne dediğini
el ayak çekildiğinde şehirde
balıkçılar uzağa gittiğinde
su bilir kum bilir köpükler bir de
derin bir yaranın neye benzediğini
***
çiçekli pazen elbise
tırnak izlerini örtsün diye bedenimde
ellerim nasıl da sakar
yüzümde dağların uzaklığı var
gitmeyi öğrendim harflerin dilinde
öyle söküle söküle köklerimden
kuru bir dala ne çok özendim yeşersin diye
şimdi hangi dal çiçeklense
ölü tomurcuğun gölgesi üzerinde
***
kadınlar fincanları üç kez döndürerek başları üzerinde
denize fal tutuyor
içindeki susuzluk dinmeyecek biliyor
kadınlar fincanları üç kez başları üzerinde…
alıcı kuşlar geçiyor gökyüzünden
ayaklarını suya değdiriyor
kuşlar da gitti
diyor bir kadın
gözlerinden kuş sürüleri geçiyor
havalar soğudu diyor diğeri
rüzgâr içimizden esiyor
kalbimde bir şey var o günlerden kalma
unutup unutup hatırlıyorum
ya herkesten geçiyorum ya hiç kimseden
geçmeyen bir yol gibi kendime çıkıyorum
ani fren yapıyor hayat
harflerle çarpışıyorum
***
her harf bir kapıdır her kelime bir dağa çıkar
evden kaçan çocukları kimse sevmez harflerini tut
uysal bir ömür biç uzun yaşasınlar
anne öğüttür baba susmak
büyütür yalnız çocukları akşama bakmak
akşama baka baka çok büyüyorum
ellerim sarkıyor ayaklarım durmaksızın uzuyor
gövdemde uzun bir nehir
kıvrıla döne akıyor
başım bundan dönüyor diyorum
nehrin akışı dengemi bozuyor
neye aşkla dokunsam içime eriyor
herkes her şeyi biliyor da
hiç kimse kendine benzemiyor
***
kehribar boncuklar diziyorum dünyanın ipine
bu doğmak boncuğu bu büyümek bu düşmek
bunlar yara boncuğu say say bitmez
gez gör bir çarşı öyle uçsuz bucaksız yaralarım var
beni diyorum al içine ateşe sar
sabahı bölüşecek biri gerek
bunu herkes içinden söylüyor dilleri sus
ve sabah gecikmiş bir ölü gibi evimizden geçecek
bir testere ağacın dalında gide gele
kuş yuvalarına henüz açmış çiçeğe yaprağa düşen güneşe
ama en çok kalbimize gide gele bir testere
sustuğumuz sözcüklere kan düşürecek
kehribar bir boncuk boğazımızda
ve ölüm ustaca aramızdan geçecek
Ögür Edebiyat Mayıs-Haziran 2010
GİRDAP
bir zaman elmanın hüznüne dadandım
ergen dalım kırıldı
kuşlara kaldım
çınar evimdi mahzenim
gövdesine çok dağıldım
yapraklar bilir dedim kuşların ne dediğini
el ayak çekildiğinde şehirde
balıkçılar uzağa gittiğinde
su bilir kum bilir köpükler bir de
derin bir yaranın neye benzediğini
***
çiçekli pazen elbise
tırnak izlerini örtsün diye bedenimde
ellerim nasıl da sakar
yüzümde dağların uzaklığı var
gitmeyi öğrendim harflerin dilinde
öyle söküle söküle köklerimden
kuru bir dala ne çok özendim yeşersin diye
şimdi hangi dal çiçeklense
ölü tomurcuğun gölgesi üzerinde
***
kadınlar fincanları üç kez döndürerek başları üzerinde
denize fal tutuyor
içindeki susuzluk dinmeyecek biliyor
kadınlar fincanları üç kez başları üzerinde…
alıcı kuşlar geçiyor gökyüzünden
ayaklarını suya değdiriyor
kuşlar da gitti
diyor bir kadın
gözlerinden kuş sürüleri geçiyor
havalar soğudu diyor diğeri
rüzgâr içimizden esiyor
kalbimde bir şey var o günlerden kalma
unutup unutup hatırlıyorum
ya herkesten geçiyorum ya hiç kimseden
geçmeyen bir yol gibi kendime çıkıyorum
ani fren yapıyor hayat
harflerle çarpışıyorum
***
her harf bir kapıdır her kelime bir dağa çıkar
evden kaçan çocukları kimse sevmez harflerini tut
uysal bir ömür biç uzun yaşasınlar
anne öğüttür baba susmak
büyütür yalnız çocukları akşama bakmak
akşama baka baka çok büyüyorum
ellerim sarkıyor ayaklarım durmaksızın uzuyor
gövdemde uzun bir nehir
kıvrıla döne akıyor
başım bundan dönüyor diyorum
nehrin akışı dengemi bozuyor
neye aşkla dokunsam içime eriyor
herkes her şeyi biliyor da
hiç kimse kendine benzemiyor
***
kehribar boncuklar diziyorum dünyanın ipine
bu doğmak boncuğu bu büyümek bu düşmek
bunlar yara boncuğu say say bitmez
gez gör bir çarşı öyle uçsuz bucaksız yaralarım var
beni diyorum al içine ateşe sar
sabahı bölüşecek biri gerek
bunu herkes içinden söylüyor dilleri sus
ve sabah gecikmiş bir ölü gibi evimizden geçecek
bir testere ağacın dalında gide gele
kuş yuvalarına henüz açmış çiçeğe yaprağa düşen güneşe
ama en çok kalbimize gide gele bir testere
sustuğumuz sözcüklere kan düşürecek
kehribar bir boncuk boğazımızda
ve ölüm ustaca aramızdan geçecek
Ögür Edebiyat Mayıs-Haziran 2010
Varlığa ve Yokluğa
Çiğdem Sezer
VARLIĞA VE YOKLUĞA
insan ne zaman alışır hayata
baba?
yağmurun değdiği her yerdi yüzün
seni sordum da irkildi toprak
ölümü bildim,büyüdüm
çocukluğum mevsimsiz bir leylak
bir yelkovan gidişi
bir akrep
yürüyüşü
ötesi iyilik,güzellik....alıştığımız
bir yarayı sarıp sarmalamak
gecikmiş sözlerin ağırlığı heybemde
bir karanfil,solgun,öyle
kedere bulanarak
nasıl dökülürse
döküldü toprağına sözlerim de
söküp nallarını atların
koşturmak gibi karanlığın evine
öldün.yokluğunda
varlığı bildim
insan nasıl alışır içindeki cam kırıklarına
baba?
VARLIĞA VE YOKLUĞA
insan ne zaman alışır hayata
baba?
yağmurun değdiği her yerdi yüzün
seni sordum da irkildi toprak
ölümü bildim,büyüdüm
çocukluğum mevsimsiz bir leylak
bir yelkovan gidişi
bir akrep
yürüyüşü
ötesi iyilik,güzellik....alıştığımız
bir yarayı sarıp sarmalamak
gecikmiş sözlerin ağırlığı heybemde
bir karanfil,solgun,öyle
kedere bulanarak
nasıl dökülürse
döküldü toprağına sözlerim de
söküp nallarını atların
koşturmak gibi karanlığın evine
öldün.yokluğunda
varlığı bildim
insan nasıl alışır içindeki cam kırıklarına
baba?
16 Ekim 2010 Cumartesi
TAY GİBİ GİTMELERE KIVRAK
ölüm dediğin gecikmek bazen bir trene
trenlerin de kalbi var
ağaçların evlerin gökyüzünün
bir kalbi var guk-gu, guk-gu
ötüp duran duvar saati
üç-beş, yirmi üç-yirmi dört
üstüme kendini ört
çok bekledim elim sende
de ki ölmüşüm unutma ölümü öp
hoşgelmişim rüya hatıra
bir deniz med cezir arasında
bir tay gibi gitmelere kıvrak
bir tavşan gibi öpülmeye istekli
bir geyik
çatallı boynuzlarında parıldayan ay
de ki ay’ın ardı orman
araya araya çıktımdı coğrafyadan
kendimi bıraktığım sınırda
anneler oğul büyütüyordu
ve dilsiz bir ağaç
dünyayı dinliyordu
bir dağ başı olmalıyım
rayları sökülmüş tren yolunu
alıp alıp koynuma
önce kendimi
sonra kendimi
arada bir kendimi
öldürmeliyim
ilk düdükle koş ikincide ileri bak
dur ve dinle
yok bulut yok güvercin yok
bir ağaca rüzgâr olmak
eteğini düzelt göğüs çatalını
kuşlara yem atmak yasak
levhasını boynuna as
uçurum durağındayız
ya uçmak ya uçmak
önce ağacın kalbi duracak
sonra gökyüzü
ipleri kopmuş salıncak gibi
sonra raylar söküle söküle
sonra deniz
kalbini bir dağa bırakacak
ama biz nasıl yaşayacağız hâlâ
koruktan reçel
yapma düşünü büyüterek nasıl
öleceğiz
sevgilim
hoş gelmişim rüya hatıra
sonra büyür oğullar ve kızlar da
guk-gu, guk-gu duvar saati
yirmi üç, yirmi dört
üstüme kendini ört
Akköy, Temmuz-Ağustos 2010
Çiğdem Sezer
trenlerin de kalbi var
ağaçların evlerin gökyüzünün
bir kalbi var guk-gu, guk-gu
ötüp duran duvar saati
üç-beş, yirmi üç-yirmi dört
üstüme kendini ört
çok bekledim elim sende
de ki ölmüşüm unutma ölümü öp
hoşgelmişim rüya hatıra
bir deniz med cezir arasında
bir tay gibi gitmelere kıvrak
bir tavşan gibi öpülmeye istekli
bir geyik
çatallı boynuzlarında parıldayan ay
de ki ay’ın ardı orman
araya araya çıktımdı coğrafyadan
kendimi bıraktığım sınırda
anneler oğul büyütüyordu
ve dilsiz bir ağaç
dünyayı dinliyordu
bir dağ başı olmalıyım
rayları sökülmüş tren yolunu
alıp alıp koynuma
önce kendimi
sonra kendimi
arada bir kendimi
öldürmeliyim
ilk düdükle koş ikincide ileri bak
dur ve dinle
yok bulut yok güvercin yok
bir ağaca rüzgâr olmak
eteğini düzelt göğüs çatalını
kuşlara yem atmak yasak
levhasını boynuna as
uçurum durağındayız
ya uçmak ya uçmak
önce ağacın kalbi duracak
sonra gökyüzü
ipleri kopmuş salıncak gibi
sonra raylar söküle söküle
sonra deniz
kalbini bir dağa bırakacak
ama biz nasıl yaşayacağız hâlâ
koruktan reçel
yapma düşünü büyüterek nasıl
öleceğiz
sevgilim
hoş gelmişim rüya hatıra
sonra büyür oğullar ve kızlar da
guk-gu, guk-gu duvar saati
yirmi üç, yirmi dört
üstüme kendini ört
Akköy, Temmuz-Ağustos 2010
Çiğdem Sezer
19 Eylül 2010 Pazar
30 sene önce o gece
30 sene önce o gece
12 Eylül 2010
Dursun Akçam darbeyi bir gün önceden haber almıştı. Yeşil pasaportu hazırdı. Valizi de... 11 Eylül akşamı hemen havaalanına gitti. Dış hat seferlerinin durdurulduğunu öğrendi. İzmir uçağında boş bir yer bulabildi. İzmir’e uçtu. Havaalanında bir grup gazeteciyle karşılaştı. Ecevit‘i bekliyorlardı. Ecevit’in danışmanının kulağına eğilip, “Yarın darbe var“ dedi. Sinirlendi danışman:
“Her Allah’ın günü aynı tevatür...” diye söylendi.
* * *
Ecevit’le buluşacaklardan biri de Süleyman Çelebi’ydi.
12 Eylül Cuma günü Trabzon’da “Demokrasi Mitingi“ yapacaklardı. DİSK adına kendisi konuşacaktı.
Giresun’da mola verip otele yerleştiler.
Sabah 05’te bir sendikacı arkadaşının telefonuyla uyandı.
“Başkan kalk; darbe oldu” diyordu arkadaşı...
Arayan sendikacının, genel sekreteri ile anlaşmazlığı vardı. Uyku sersemi güldü Çelebi:
“Hanginiz yaptı darbeyi“ dedi.
Karşıdaki ses ciddiydi:
“Öyle değil; çabuk radyoyu aç!”
* * *
TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu radyoyu açınca Kenan Evren’in sesini duydu. Darbeyi yapan general, isim vererek DİSK’i ve TÖB-DER’i suçluyordu.
O da, “Demokrasi Mitingi“ için Trabzon’daydı.
Dostları, hemen yurtdışına kaçmayı önerdi.
Kabul etmedi Gazioğlu; köyünde saklanmaya karar verdi.
* * *
Mülkiyeli Prof. Dr. Sadun Aren radyoyu açar açmaz eşiyle pencereye koştu.
Çevrede askerler vardı. Hemen çantasını hazırladı.
O sırada birkaç subay onların apartmana doğru yöneldi:
“Benim için geldiler” dedi Aren...
Her şeye hazırdı.
Lakin zil bir türlü çalmadı.
“Çantam elimde, hevesim kursağımda kaldı” diye espri yaptı.
* * *
DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk zili çalanlardandı. Karanlık günlerden birkaç gün uzaklaşabilmek için Ören’deki kooperatif evine gitmiş, gece bir kadeh rakı içip Zülfü Livaneli’nin, “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz“ türküsünü söylemişti.
Oysa olmuştu bile...
Şafak sökmeden kapısı çalındı. Askeri bir cemseye bindirilip hakaretler eşliğinde Hasdal Kışlası’na götürüldü.
* * *
Zülfü Livaneli, kendisini dinleyen devrimcilerin başına gelenleri Almanya’da radyodan öğrendi. Günlerdir dillerde gezen söylentinin gerçek olduğunu anladı.
Bitti sandığı sürgün, yeni başlıyordu.
* * *
Yazar A. Kadir o gece Alman şair Brecht’in şiirleriyle sabahlamıştı.
Evi basan askerler, kitaplarını, şiir defterlerini, “suç aleti” diye topladı. Kendisini de bir cemseye bindirerek Samandra’daki kışlaya götürdüler. Kapatıldığı hücrede hayatın hazırladığı tesadüfü düşündü:
Nazım’ın şiirleri yüzünden Kara Harp Okulu’ndan atılmış, Nazım’la birlikte yargılanmıştı.
Askeri okuldan sınıf arkadaşı olan adam, şimdi televizyonda “yönetime el koyduğunu“ açıklıyor ve o ise bir kez daha şiir yüzünden hapse atılıyordu.
* * *
Bu anekdotları, Çiğdem Sezer ile İbrahim Dizman’ın “30 yıl 30 Hayat” (İmge, 2010) kitabından aldım.
Nazi kurbanı Yahudiler, soykırımdan ancak 30 yıl sonra konuşabilmişler.
Biz de ancak 30 yılda sökebildik dilimizdeki mührü...
Ve konuştukça döktük, içimizde biriken zehri...
Anlatalım; ki bu utanç bir daha yaşanmasın...
CAN DÜNDAR- MİLLİYET GAZETESİ
12 Eylül 2010
Dursun Akçam darbeyi bir gün önceden haber almıştı. Yeşil pasaportu hazırdı. Valizi de... 11 Eylül akşamı hemen havaalanına gitti. Dış hat seferlerinin durdurulduğunu öğrendi. İzmir uçağında boş bir yer bulabildi. İzmir’e uçtu. Havaalanında bir grup gazeteciyle karşılaştı. Ecevit‘i bekliyorlardı. Ecevit’in danışmanının kulağına eğilip, “Yarın darbe var“ dedi. Sinirlendi danışman:
“Her Allah’ın günü aynı tevatür...” diye söylendi.
* * *
Ecevit’le buluşacaklardan biri de Süleyman Çelebi’ydi.
12 Eylül Cuma günü Trabzon’da “Demokrasi Mitingi“ yapacaklardı. DİSK adına kendisi konuşacaktı.
Giresun’da mola verip otele yerleştiler.
Sabah 05’te bir sendikacı arkadaşının telefonuyla uyandı.
“Başkan kalk; darbe oldu” diyordu arkadaşı...
Arayan sendikacının, genel sekreteri ile anlaşmazlığı vardı. Uyku sersemi güldü Çelebi:
“Hanginiz yaptı darbeyi“ dedi.
Karşıdaki ses ciddiydi:
“Öyle değil; çabuk radyoyu aç!”
* * *
TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu radyoyu açınca Kenan Evren’in sesini duydu. Darbeyi yapan general, isim vererek DİSK’i ve TÖB-DER’i suçluyordu.
O da, “Demokrasi Mitingi“ için Trabzon’daydı.
Dostları, hemen yurtdışına kaçmayı önerdi.
Kabul etmedi Gazioğlu; köyünde saklanmaya karar verdi.
* * *
Mülkiyeli Prof. Dr. Sadun Aren radyoyu açar açmaz eşiyle pencereye koştu.
Çevrede askerler vardı. Hemen çantasını hazırladı.
O sırada birkaç subay onların apartmana doğru yöneldi:
“Benim için geldiler” dedi Aren...
Her şeye hazırdı.
Lakin zil bir türlü çalmadı.
“Çantam elimde, hevesim kursağımda kaldı” diye espri yaptı.
* * *
DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk zili çalanlardandı. Karanlık günlerden birkaç gün uzaklaşabilmek için Ören’deki kooperatif evine gitmiş, gece bir kadeh rakı içip Zülfü Livaneli’nin, “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz“ türküsünü söylemişti.
Oysa olmuştu bile...
Şafak sökmeden kapısı çalındı. Askeri bir cemseye bindirilip hakaretler eşliğinde Hasdal Kışlası’na götürüldü.
* * *
Zülfü Livaneli, kendisini dinleyen devrimcilerin başına gelenleri Almanya’da radyodan öğrendi. Günlerdir dillerde gezen söylentinin gerçek olduğunu anladı.
Bitti sandığı sürgün, yeni başlıyordu.
* * *
Yazar A. Kadir o gece Alman şair Brecht’in şiirleriyle sabahlamıştı.
Evi basan askerler, kitaplarını, şiir defterlerini, “suç aleti” diye topladı. Kendisini de bir cemseye bindirerek Samandra’daki kışlaya götürdüler. Kapatıldığı hücrede hayatın hazırladığı tesadüfü düşündü:
Nazım’ın şiirleri yüzünden Kara Harp Okulu’ndan atılmış, Nazım’la birlikte yargılanmıştı.
Askeri okuldan sınıf arkadaşı olan adam, şimdi televizyonda “yönetime el koyduğunu“ açıklıyor ve o ise bir kez daha şiir yüzünden hapse atılıyordu.
* * *
Bu anekdotları, Çiğdem Sezer ile İbrahim Dizman’ın “30 yıl 30 Hayat” (İmge, 2010) kitabından aldım.
Nazi kurbanı Yahudiler, soykırımdan ancak 30 yıl sonra konuşabilmişler.
Biz de ancak 30 yılda sökebildik dilimizdeki mührü...
Ve konuştukça döktük, içimizde biriken zehri...
Anlatalım; ki bu utanç bir daha yaşanmasın...
CAN DÜNDAR- MİLLİYET GAZETESİ
Muamma şiiri üzerine..
* ELİF TANRIYAR / EDEBİYAT/ SABAH GAZETESİ
* 07.09.2010
Bu hafta yine yeni sezonun öne çıkan kitaplarından bahsedecektim. Ama Yapı Kredi Yayınları'nın aylık edebiyat dergisi kitaplık'ın eylül sayısında rastladığım bir şiir her şeyi değiştirdi. Plansız programsız bir sokağa sapıp bambaşka bir gün geçirmeniz misali, dergide Çiğdem Sezer'in Muamma adlı şiirine rastladım ve bu yazı bambaşka bir hal alıverdi. "Benden sana çok yol var ağaçlar kalp ağrısı" diyerek başlıyor Muamma. Bu dizeler, Jack Kerouack'ın Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan Yeraltısakinleri adlı kült romanını anlatıyor bir anlamda. Kerouack, bu kez San Fransisco'nun '50'lerin entelektüel çevrelerinde geçen bir aşk hikâyesi anlatıyor. Bir tür uzun şiir, güzelleme veya bir ağıt olarak da nitelendirebileceğimiz romanda, bir 'negro', yani siyahi olan Mardou adındaki güzel bir kadınla, Kanada asıllı bir yazarın, dönemin bohem çevrelerinde geçen şiddetli ve bir o kadar da melankolik aşkını, yoğun otobiyografik detaylar eşliğinde dile getiriyor Kerouack.
HİSLİ SORULARA BİLİMSEL YANITLAR
Yine şiire dönelim: "Bir yolum sana çıkıyorum kar yolları kapatmış" diyor, bu kez bir başka dize. Âşık olmanın farklı halleri olsa da, her aşığın ortak amacı, yolunu ona çıkartmak değil mi zaten? İletişim Yayınları'ndan çıkan Âşık Olmak-Sevgililerimizi Neye Göre Seçeriz adlı kapsamlı bir inceleme kitabı, aşka dair pek çok soruyu bilimsel açıdan cevaplamayı hedefliyor. Bir çift terapisti olan Ayala Malach Pines, Âşık Olmak'ta aşk deneyiminin kapsamlı bir çözümlemesini yapıyor. Romantik aşkın kodları nelerdir? Engeller aşkı kamçılar mı? Aşkın gözü gerçekten kör müdür? Âşık olma ihtimalini artırmanın yolları var mıdır? Uzun süreli ilişkilerin sırrı nedir? Kitap bu gibi soruların cevabını ararken, mitolojiden edebiyata, resimden sinema ve eğlence dünyasına kadar geniş bir yelpazeden seçilmiş örnekler ışığında, kime, neden ve nasıl âşık olduğumuz sorusunun izini sürüyor. Âşık Olmak, aşka dair pek çok soruyu cevaplaması açısından iyi bir kaynak, ama kısacık bir şiir de cilt cilt kitapların yerini tutabiliyor zaman zaman. Tıpkı Muamma'nın son dizeleri gibi: "kim çözer aramızda git gel bir muamma/çözülmedik bir şey kalsın ortada/adını biz verelim bizden olma/bir şey, dönüyor, sevgilim, adı Dünya"
* 07.09.2010
Bu hafta yine yeni sezonun öne çıkan kitaplarından bahsedecektim. Ama Yapı Kredi Yayınları'nın aylık edebiyat dergisi kitaplık'ın eylül sayısında rastladığım bir şiir her şeyi değiştirdi. Plansız programsız bir sokağa sapıp bambaşka bir gün geçirmeniz misali, dergide Çiğdem Sezer'in Muamma adlı şiirine rastladım ve bu yazı bambaşka bir hal alıverdi. "Benden sana çok yol var ağaçlar kalp ağrısı" diyerek başlıyor Muamma. Bu dizeler, Jack Kerouack'ın Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan Yeraltısakinleri adlı kült romanını anlatıyor bir anlamda. Kerouack, bu kez San Fransisco'nun '50'lerin entelektüel çevrelerinde geçen bir aşk hikâyesi anlatıyor. Bir tür uzun şiir, güzelleme veya bir ağıt olarak da nitelendirebileceğimiz romanda, bir 'negro', yani siyahi olan Mardou adındaki güzel bir kadınla, Kanada asıllı bir yazarın, dönemin bohem çevrelerinde geçen şiddetli ve bir o kadar da melankolik aşkını, yoğun otobiyografik detaylar eşliğinde dile getiriyor Kerouack.
HİSLİ SORULARA BİLİMSEL YANITLAR
Yine şiire dönelim: "Bir yolum sana çıkıyorum kar yolları kapatmış" diyor, bu kez bir başka dize. Âşık olmanın farklı halleri olsa da, her aşığın ortak amacı, yolunu ona çıkartmak değil mi zaten? İletişim Yayınları'ndan çıkan Âşık Olmak-Sevgililerimizi Neye Göre Seçeriz adlı kapsamlı bir inceleme kitabı, aşka dair pek çok soruyu bilimsel açıdan cevaplamayı hedefliyor. Bir çift terapisti olan Ayala Malach Pines, Âşık Olmak'ta aşk deneyiminin kapsamlı bir çözümlemesini yapıyor. Romantik aşkın kodları nelerdir? Engeller aşkı kamçılar mı? Aşkın gözü gerçekten kör müdür? Âşık olma ihtimalini artırmanın yolları var mıdır? Uzun süreli ilişkilerin sırrı nedir? Kitap bu gibi soruların cevabını ararken, mitolojiden edebiyata, resimden sinema ve eğlence dünyasına kadar geniş bir yelpazeden seçilmiş örnekler ışığında, kime, neden ve nasıl âşık olduğumuz sorusunun izini sürüyor. Âşık Olmak, aşka dair pek çok soruyu cevaplaması açısından iyi bir kaynak, ama kısacık bir şiir de cilt cilt kitapların yerini tutabiliyor zaman zaman. Tıpkı Muamma'nın son dizeleri gibi: "kim çözer aramızda git gel bir muamma/çözülmedik bir şey kalsın ortada/adını biz verelim bizden olma/bir şey, dönüyor, sevgilim, adı Dünya"
GECE; NİHAYET ÇİÇEĞİ-Çiğdem Sezer
bu karanlık fazla
gece, kendini bir şey sanıyor
toplanmış kurtlar kuşlar, işte oradabir avlu; gölgeleri ağırlıyor
kalkın bize gidelim. yağmur oluruz
cem-i cümle bir yetimigiydirir doyururuz kalkın bize…
hepimiz bir yetim oluruz
kuzuları dağdan bayırdan
gün yorgunlarını ihanet vurgunlarını
boynu aşka uzamışları uykusuzları
böyle az oluruz, susmalara dil
çekiliriz, yokluğumuz konuşur
bu karanlık fazla, bu duvar kapı
ateşi çatlatan kırmızı gecenin nabzı
bir bir yoklamalı mezarları
ölüleri yoklamalı
aşk gibi bir nihayet çiçeği yakalarına
ölmeden az önce aşık olmalı
kalkın bize gidelim gecenin beyaz topuklarından
sonra dağılırız herkes kendi ağrısına
ama mutlak uğuldayan bir ormanve kurtlar kuşlar cem-i cümle
intikam gibi susarız uyuyanlar duymaz
gökyüzü örter üstümüzü de
yetimlerden yetim beğeniriz kimsesizliğimize…
kalkın bize; gölgelerin öpüştüğü dehlize…
Çiğdem Sezer
gece, kendini bir şey sanıyor
toplanmış kurtlar kuşlar, işte oradabir avlu; gölgeleri ağırlıyor
kalkın bize gidelim. yağmur oluruz
cem-i cümle bir yetimigiydirir doyururuz kalkın bize…
hepimiz bir yetim oluruz
kuzuları dağdan bayırdan
gün yorgunlarını ihanet vurgunlarını
boynu aşka uzamışları uykusuzları
böyle az oluruz, susmalara dil
çekiliriz, yokluğumuz konuşur
bu karanlık fazla, bu duvar kapı
ateşi çatlatan kırmızı gecenin nabzı
bir bir yoklamalı mezarları
ölüleri yoklamalı
aşk gibi bir nihayet çiçeği yakalarına
ölmeden az önce aşık olmalı
kalkın bize gidelim gecenin beyaz topuklarından
sonra dağılırız herkes kendi ağrısına
ama mutlak uğuldayan bir ormanve kurtlar kuşlar cem-i cümle
intikam gibi susarız uyuyanlar duymaz
gökyüzü örter üstümüzü de
yetimlerden yetim beğeniriz kimsesizliğimize…
kalkın bize; gölgelerin öpüştüğü dehlize…
Çiğdem Sezer
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)