7 Eylül 2008 Pazar

Aşklar ve Baharatlar Üzerine Söyleşi

ÇİĞDEM SEZER’LE “AŞKLAR VE BAHARATLAR”
ÜZERİNE

ŞABAN AKBABA

* Sizi ödüllü şair kimliğinizle tanıyoruz. Yazın dünyamızdaki yeriniz tam olarak böyleydi. Ancak son zamanlarda anlatı alanında da görmeye başladık. “Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon”dan sonra “Aşklar ve Baharatlar”*… Klasik bir soru: Bu geçiş zor olmadı mı? Neden gereksindiniz ve nasıl gidiyor?


Ç. Sezer: Şiirle ilişkimde bir değişiklik yok; hep olageldiği gibi gel-
gitli, fırtınalı bir ilişki bizimki. Şiir, hayatla didişmek-sevişmek gibi benim
için. Varsın bu da klasik bir yanıt olsun; şiir, benim “gerçek varlık” alanım.
Öyle olmaya da devam edecek.Romansa asla bir “gereksinim”den doğmadı.
Bazıları inanmak istemese de kendiliğinden gelişen bir süreç oldu bu. “Bir
gün mutlaka bir roman yazacağım” gibi bir düşüncem hiç olmadı. Tersine, şiir
dışında yazacağım tek şey şiir üzerine denemeler olur, der dururdum. Ama bir
gün ne olduysa oldu ve kendimi “Aşklar ve Baharatlar” ı yazarken buldum.
Bunda edebiyat dünyasındaki içtenliksiz, yapay ilişkilerin, iktidar(!)
kavgalarının, yitirilmekte olan insani özün ve tüm bu olan bitenin bende
yarattığı kendine çekilmenin bir etkisi olmuş mudur bilmem. 7.4 şiddetinde
fiziki bir depremin ardından yeni bir kent, yeni bir yaşam...Sil baştan bir
dünya kurmaya çalışmak…Ve bu arada yıllardır yaşadığım taşradan sonra
başkentin farklı atmosferi…O yıllarda soluk alabiliyor olmanın dışında hiçbir
şey gerekmiyor gibiydi benim için. İnsanların küçük şeyler için kavgaları,
kırgınlıkları,hırslar, kıskançlıklar…saçma sapan geliyordu. Yaşıyorlardı ve
bunun ayırdında değil gibiydiler. Bir süre öylece izledim; yaşıyor olmaktan
çok “gözlemci” olmak gibi bir şeydi bu. Gördüklerim beni mutsuz etmeye
başladığında da kendime döndüm ve orada “Aşklar ve Baharatlar” ı fark ettim.
Yazdım. Hepsi bu. Ve iyi gidiyor, çok iyi. Şiir, bazen öyle dayanılmaz hüzünler
bırakıp çekip gidiyor ki o hüzün dayanılmaz, yaralayıcı olabiliyor. Romansa
iyileştirici bir güce, etkiye sahip.

*Genel bir kural gibidir; şairler şiir dışı yazın türlerinde olmak istemezler. Neden? Şiirinizin roman yazmaya yararı mı oldu, zararı mı? Ya da anlatı çalışmalarınız şiirinizi nasıl etkiledi?

Ç.Sezer:: Başkaları neden böyle düşünür bilmem ama, sanırım benim şiir dışında bir şey yazmamak kararlılığımda, inatçı kimliğimin etkisi vardı. Taşrada yaşıyordum, kadındım, anneydim, çalışıyordum.Yani “şiir yazamamak” için ne gerekiyorsa hepsine sahiptim! Yazamasaydım, ilk kitaptan sonra vazgeçseydim bu hiç şaşırtıcı olmazdı. “Şiir” sözcüğünü bile seslendirmenin olanaksız olduğu bir ortamda yaşıyordum üstelik. Ama kendimi gerçekleştirebildiğimi hissettiğim tek yer o masanın başıydı ve ben bundan vazgeçmek niyetinde değildim. Kaldı ki böyle bir seçim hakkım da yoktu; sözcüklerimin elimden alınmasındansa akciğerlerimin yarısının alınmasına razı olabilirdim. Çünkü o ortamda sözcükler olmadan zaten soluk alamayacaktım.Eğer romana başladığımda bunun şiiri engellediğini görseydim hiç düşünmez vazgeçerdim romandan. Yarar ve zarar konusu tartışılabilir; şu var ki yıllardır şiirle içli dışlı olmak dille ilişkimi geliştirmişti. Kendi adıma şiirin romanda -bana- yeni olanaklar sağladığını söyleyebilirim. Roman - anlatı, şiirimi içerik anlamında etkilemedi; ama, şiirin ardında bıraktığı dayanılmaz, çınlayan boşluğu bir parça azalttı, diyebilirim.

*Aşklar Ve Baharatlar” adlı romanınızdaki temel izlek bir bütün olarak depremdir. Bana kalırsa oldukça isabetli bir çalışma yapmışsınız.Bu çalışmanın toplumsal ve bireysel anlamda paylaşımları, etkileri neler olabilir; kimler okusun “Aşklar ve Baharatlar”ı?

Ç.Sezer: İlk romanları otobiyografik öğeler taşımasının doğal olduğu bilinir. Benim için de öyle oldu; 17 Ağustos depremini hemen tüm boyutlarıyla yaşamıştım ve bunun “ilk” romanda temel izlek olması bir anlamda kaçınılmazdı.Roman boyunca “deprem” sözcüğü yalnızca bir kez, o da bir gazete haberi alıntısı olarak geçer. Bunu özellikle yaptım; çünkü vurgulamak istediğim, bazı beklenmedik durumların, var olan yaşam düzlemini alt üst edebileceğiydi. Bu, deprem ya da başka bir felaket olabilir; adlandırmaların bir önemi yok. Önemli olan, yaşamın bu alt üst oluş olasılığını içinde bir yerde taşımasıdır. Oysa bizler kurgulanmış hayatları sürdürür dururuz. Kurgunun bir sonu yokmuş gibi…Bu alt üst oluşlar hiç yaşanmayacakmış gibi .Oysa ansızın bir şey olur ve dünya tersine dönmeye başlar. İşte o zaman aslında bir kurgunun içinde olduğumuzu –belki- fark ederiz. Toplumsal anlamda bir paylaşım olabilir mi, bilmiyorum. Öyle saçma sapan şeylerle uğraşan bir toplum olduk ki; deprem gibi, kurgulanmış yaşamlar gibi, naylon hayatlar yaşamak gibi konulara ayıracak zamanı yok kimsenin. Temel gereksinimlerin önemini göz ardı ediyor değilim; ama insanın en temel hakkı “yaşamak” hakkı değil mi?. Oysa deprem demek, ölümle koyun koyuna uyumak demek; üstelik “yalnızca sizin değil, bütün sevdiklerinizin koynundadır ölüm. Ve, onu değil beni, deme hakkınız yoktur.” Ne için? Biraz daha az kum, tuğla; biraz daha fazla para için.
Aşklar ve Baharatlar’ı kimlerin okuyacağı konusunda bir şey söylemem doğru olmaz; ama, şunu söyleyebilirim, yaşama tutunmak, direnmek isteyen; aşktan ve yeniden başlamaktan ümit kesmek istemeyen herkes okuyabilir.

*Yazarın ve roman kahramanlarının yaşama, depreme, yıkıma ve aşka bakışıyla Freud’un bakış açısı arasında bir koşutluk var mı? Hayal-Metin ve Cemil-Feride ikililerinin deprem anındaki durumlarını neden romanın çıkış noktası olarak seçtiniz?

Ç.Sezer: Romanı okumamış olanlar için sanırım biraz açmak gerek soruyu; Hayal- Metin, Cemil-Feride ikililerinin deprem anındaki ortaklıkları, ilk ikilinin sevişme anında, ikinci ikilinin sevişmenin hemen ardından depremi yaşamış olmaları. Romanın çıkış noktası olarak bu durumu seçmem bir anlamda zorunluluktu. Roman, geri dönüşlere, anımsamalara dayanıyor çoğunlukla. Bunun nedeni, depremin yaşandığı anda sağlıklı değerlendirmelerin yapılamayışı olsa gerek. Tabii bu anımsama daha sıradan bir tablo ile de başlayabilirdi. Ne var ki benim roman kurgusu içinde vurgulamak istediğim depremin ötesinde bir şeydi; depremi de içeren ama daha geniş katmanlara yayılan bir varlık durumu. Bunun için de insanın en temel varlık hallerinden biri olan cinselliği önceledim. Ki bu durum bana insanın ruhsal yapısını –roman kurgusu elverdiği ölçüde- irdeleme olanağı verdi; sevgi, sevgisizlik, aldatma, aşk, dostluk, yabancılaşma, önyargı…vb. Elbette başka türlü de yapılabilirdi bu; ama bazı kavramlara hayat vermenin en vurucu yolu buydu sanırım.Hiç değilse benim için…Kahramanların bakışı ile Freud’un bakışı arasında bir koşutluktan değil ama yer yer benzeşmeden söz edilebilir. Ama bu, yazarın bakışı ile karıştırılmamalı elbette. Yazarın bakışı biraz daha ötededir ama kurguyu bozmamak için yazar kahramanlarına öncelik vermiştir, diyelim.

*Romanın çok ilginç bulduğum ikinci önemli izleği “baba”lık kurumuyla ilgilidir. Cemil’in, Nimet,’in ve Gülnihal’in ortak sorunu. Romandaki yapıya oldukça iyi oturmuş. Bir insanın yaşamında babanın varlığının, ya da yokluğunun psiko-sosyal sonuçları romandaki kadar önemli midir?

Ç.Sezer: Bana kalırsa evet. Belki daha da önemli… Ama burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, baba figürünün beraberinde anne figürünün de akla gelmesidir. Otoriter baba, sevgisiz baba, üvey ama sevgi dolu bir baba. Beraberinde edilgen bir anne, korumacı bir anne ve fahişe bir anne…Ve kadın olma sorunu tabii. Bu durumda denilebilir ki babanın varlığı ya da yokluğundan öte, yetişme döneminde çocuğa sunulan olanakların “ne”liği, “nasıl”lığı önemlidir.

*Aşklar ve Baharatlar , bireyin varoluş trajedisini akıcı bir dille sunuyor. Sahip olmanın göreceliği üzerine düşündürtüyor okuru. “Yaşamımızın ne kadarına sahibiz” sorusunu getiriyor akla. Bu anlamda klasik bir “deprem romanı” değil. Ve roman kahramanlarından bazıları –Hayal- zaman zaman doktoru bile zorlayan çözümlemelere ulaşabiliyor. Bunlar yazarın özel tercihleri elbette. Bu tercihlerin nedenleri üzerine neler söyleyebilirsiniz? Ya da ne kadarını söylemek istersiniz?

Ç.Sezer: Yazım süreci boyunca duyduğum tek kaygı, o felaketi bir roman konusuna indirgeyerek , bir anlamda, çok büyük acılar yaşayan insanlara haksızlık edip etmeyeceğimdi. Bunu yapmamaya çok büyük çaba gösterdim. Acıyı sömürmüş olmak, acıdan yarar sağlamış olmak beni yaralardı her şeyden önce. Bazıları, romanı yer yer depressif bulduklarını söylediler. Bu, gerçekçi bir durum. Çünkü deprem tam da böyle bir şeydir; normalin sınırları içinde algılanması olanaksız bir durum. Aslında bir “durum” dan değil “durumsuzluk”tan söz edilebilir burada. Bireyin varoluş trajedisinin öne çıkışı bundandır. Yaşamımızın ne kadarına sahibiz, sorusuna verilecek tek yanıt; yaşamımızın ne kadarını yaşayabildiğimizdir. Ötesi bizim değildir, olmayacaktır. Kurgulanmış bir yaşamdan değil, üzerinde söz sahibi olduğumuz, tercihlerimizin olduğu bir yaşamaktan söz ediyoruz elbette. Denilebilir ki bu ne kadar olanaklıdır? Ne kadarsa o kadar… Olanakların sonuna dek zorlandığı bir yaşamak, diyelim…Doktoru bile zorlayan kahramanlara gelince, evet, yazarın özel tercihidir ; ve bu durum, yukarıda söz ettiğim “olanakların sonuna dek zorlanması” ile ilgilidir. Doktor da kurgusal bir yaşam içindedir ama değilmiş gibi yapar; danışanları yönlendirir. Üstelik “bir tanrı” edasıyla yapar bunu. Doktorun tavrı, bir anlamda toplumsal tavrın devamıdır; sunulanı almak ve ötesini merak etmemek…”Tanrı insanlar” ve onların kurguladığı “naylon yaşamlar…” Roman kahramanının karşı koyduğu budur. Bunu yapabilecek birikime sahip olması neden yadırgansın? Kadın olduğu için olabilir mi? Umarım böyle değildir.

*İsterseniz bir de romanın üçüncü ve önemli izleği olan “aşklar” a değinelim. Karmaşık ve sürprizlerle yürüyen ilişkiler ağının diyalektiği nedir? Aşkların yarattığı depremle doğanın yarattığı depremin kesişme ya da ayrışma noktaları var mı, nasıl?

Ç.Sezer:Aşkın diyalektiği!.. Bu çok iddialı bir söz olmaz mı? O, aşk yani, kendi diyalektiğini içinde taşıyor. Bu anlamda söylenecek her şey, bir başka aşk söz konusu olduğunda geçersiz olabilir. Kendi adıma, aşkın biricikliğinden ve az rastlanırlığından söz edebilirim ancak. Diyalektiği açıklanabilseydi, büyüsü de kalmazdı sanırım. Şiir gibi; acıtan ama var eden…Aşkın yarattığı depremle doğanın yarattığı depremin kesişme noktası olmasaydı, “Aşklar ve Baharatlar” yazılamazdı zaten. Ya da başka türlü yazılırdı. Hayatın, dünyanın elinden kayıp gitmekte olduğunu anlayan birey, hâlâ burada –dünyada- olduğunu kavradığında, burada olmanın en gerçek halinin aşktan geçtiğini de kavrıyor bir anlamda. Sanırım kesişme noktaları bu. Ayrışma noktalarına gelince; aşkın yarattığı deprem, bireyin içinde olup bitiyor; acısı ve hazzıyla bedeli üstlenebiliyor birey. Ama doğanın depremi söz konusu olduğunda, sizin dışınızdaki her şey ve her yer de dahil oluyor buna. Aşk bitse de –göreceli bir bitiş de olsa bu- yaşam sürer ve bu olasılık demektir. Oysa deprem ölümle eşteştir ve bu olasılıksızlık” demektir. Bundan öte ayrışma olur mu?

*Söyleşi için teşekkürler.
Ç.Sezer: Ben teşekkür ederim.
.
*Aşklar ve Baharatlar, Roman
Çiğdem Sezer, Heyamola Yayınları, Şubat 2008

9 Haziran 2008 Pazartesi

Aşklar ve Baharatlar Üzerine

AŞKLAR VE BAHARATLAR / Çiğdem Sezer'in Romanını İnceleme

"nasıl kavanoz kapaklarını sımsıkı kapatmakla baharat kokularının yükselmesine engel olunamıyorsa, aşka da engel olunamıyor işte." Aşklar ve Baharatlar şair kimliğiyle tanıdığımız Çiğdem Sezer'in Heyamola yayınlarından çıkan romanı.17 ağustos 1999 da yaşanan depremin hala kapanmayan yaralarından yola çıkarak, farklı insan manzaralarıyla aşka, ölüme ve içimizdeki enkaza dokunan kırık bir ayna ve aynaya düşen, insana dair her şey .Roman her ne kadar o büyük depremin birkaç saniyeliğine dondurduğu dünyaları ve ani bir yok oluşu anlatarak başlıyorsa da temelde işlenen, insanın tam ortasından geçen, kendi felaketlerinin sorgulandığı bir içe dönüş. İnsanın kendine ve geçmişine doğru başlattığı gecikmiş bir göç. Bir başka deyişle yazar, toplumsal bir felaketin ve bireysel bir kıyımın yuvalandığı yerden sesleniyor, "hatırlamak acı verir" diyerek. Teslimiyet, sindirilmişlik ve kusulmak istenen bir belleğin içinden geçerek tedirgin ,ürkek ve kayıp insanların gözleriyle anlatıyor. Romanda baş karakter o büyük enkazdan kurtulabilen ve geçmişiyle bu günü arasında ayrı bir enkazın altında çırpınan bir kadın. Hayal. Kimi zaman sıradan bir birey, kimi zaman kendine dair yalnız bir kavram .Bir çok şeye geç kalınmışlık ve onun olan hayallerin yarım kalmışlığının tanığı. Hayatla ölüm arasında boşlukta asılı kalan kayıplarını ve yaşamı geçmişiyle sorgulayan , çözümü ise yıllar önce kapattığı kuyularda arayan, ben, siz, onlar olabilen, birçoğumuzun görmezden geldiği tanıdık biri. Hayatında var saydığı anlamları birkaç saniyede kaybetmiş ve bu kayıpların bedelini yaşamak zorunda kaldığı yalnızlıkla ödemeye çalışan bir birey ve bireyin kendi içinde köşesine sıkışmış tuhaf kalabalığı. Roman acıyı, çaresizliği, pişmanlıklar ve keşkeleri anlatmakta ama bunu bir ağıt ya da isyanla değil insana dair bir çaba, yaşama tutunma direnciyle işliyor olmasıyla bütün can yakıcılığına rağmen iyimser bir duyguyu da beraberinde taşıyor. Yukarıda bahsettiğimiz o köşeye sıkışmışlık haline, güçlü bir direnme haliyle karşılık verebilmenin , bir anlamda tutunmanın çetelesi. Haya,l bu tutunma sürecinde kendisiyle aynı kaderi paylaşan doktor Cemil’le tanışarak geçmişte bıraktığı belleğine doğru zorlu bir yüzleşmeye ilk adımlarını atmakta ve bu yüzleşme sırasında birbirlerine ağlama duvarı olan bu iki insan yıllarca içlerinde sakladıkları düğümleri kimi zaman kanatarak kimi zaman paylaşarak bir bir çözmeye başlamaktadır.Tam da yazarın "Belki bir nar. Bunca benzerliğin içinde bile farklı olabilen nar taneleriyiz "dediği gibi. Cemil, Hayal’in iç hesaplaşmalarına yardımcı olmaya çalışırken kendine kapattığı kapıların anahtarını da keşfetmeye başlar çünkü onlar birbirlerini yara izlerinden tanıyan, ortak bir acının iki ayrı yüzüdür. Doğa karşısında yaşanan zayıflık ,çaresiz kalmışlık hissi, bu iki insanın kendi zayıflıklarını sorgulamalarında çekilen tetik, basılan düğmedir bir anlamda. "Ölüm bir at kılığında gelirmiş bazen". Hayal’in hayatı boyunca sahip olabildiği tek anlam yarım kalan aşkı Deniz ve tek dostu çocukluk arkadaşı Gülnihal’dir. Denize olan bitip tükenmek bilmeyen bu eski tutku ve onun yokluğunu kabulleniş süreci oldukça sancılıdır ve bu sancılı günlerde tek sığınağı çocukluk arkadaşının sıcaklığıdır. Gülnihal ve Hayal ortak bir geçmişten gelmelerine rağmen hayatın karşı kıyılarında yer almış, birbirlerinin yarım kalan yanlarını tamamlayan, paylaşımın, dostluğun canlı kalabilen somut iki yanıdırlar.Cemil ise Hayal’in geçmişinde gezindikce, kendi eşinin ölümüne karşı duyduğu suçluluk duygusuyla yüzleşir. Yazar romana dahil ettiği diğer yardımcı karakterlerle yarım kalan bir yapbozun kayıp parçalarını bir araya getirmeye başlıyor . Hayal ve Cemil’in çevresindeki insanların da ortak bir zamanda toplanmasıyla toplumsal, sosyal ve hatta feodal felaketlerin insana yıktığı başka bir enkaz daha gözler önüne seriliyor.Kurulan her köprü ,kişiler arasında olayları ve geçmişle şimdiki zamanı birbirine bağlıyor.Temelde insana dair acının özüne ,yarım aşklara, hırpalanmış çocukluğa kadar iniyor, "acının suyu ağır akar" diyerek. Acının nedeni , şekli, mekanı ve zamanı ne kadar farklı olursa olsun tadı hep aynıdır: buruk ,keskin ve yakıcı.Sezer, kahramanların hayatlarına açtığı her pencereyle okuyucuya bunu tattırıyor. Romanın kahramanı Hayal kadar, acının ve tutkunun kendisi de anlatıcıdır aslında; çünkü yazar bu anlatıyı okura rahat vermeyen bir dil ustalığıyla, şiirin içe dokunan o güçlü yanıyla kaleme aldığından, okuyucuyu zaman zaman hikayenin tam ortasına sürükleyip acı ve tutkunun kendisiyle başbaşa bırakıyor. Derin ve incelikli birçok cümleye , paragrafa yeniden yeniden dönüp okumaya ve duraksamaya itiyor. "insanın iki yüzlülüğü evrenseldir be güzelim" dediği satırlarda olduğu gibi. Kendi bedenlerine ve ruhlarına sürgün kadınlar ve yıllar önce gittiği suçluluk sürgününden dönmek için çırpınan bir adamın hikayesini okuduğumuz Aşklar ve Baharatlar; kurgusu ,zaman içindeki usta sıçrayışları, her karakterin iç dünyasını yalın, bir o kadar da vurucu bir dille , karmaşadan uzak anlatımıyla, başka bir deyişle tarifsiz acıları tarif edebilmekteki başarısıyla farklı ,şiirsel imgeleri ve betimlemeleriyle de derin bir hüznü tutkuya harmanlayabilen içli bir roman. "Sevgisizliğin gerekçesini bulamıyor insan" derken ki içtenliği kadar bize yakın. Kayıpların, acıların olduğu kadar direnişin, dayanışmanın ve paylaşmanın , aklın kalbe ,kalbin geçmişe gömüldüğü yerden çıkıp gelen baharat kokularına karışan bir hüznün romanı. Kimi bölümlerde bütün dehşetiyle anlatılan yok oluş, kimi bölümlerde aşkın erotizmin ve tutkunun yakıcılığını anlatan kelime oyunları . Olayların örülüşü ve anlatım dili ile lirizmin, romantizmin ve hatta realizmin bir arada hissedildiği farklı ,güzel ve kırılgan bir Çiğdem Sezer farkı… kalbin ve acının kokusu aşklar ve baharatlar...

Sevda Zeynep Karadağ

21 Nisan 2008 Pazartesi

Sarmaşık Şiiri Üzerine

SARMAŞIK

yorgun atlar gibi geliyor
yaralı orman ağulu dağ
kar yüklenmiş dallar gibi geliyor
beni diyor, taşların arasında
bir su sesi gibi sakla
rüzgâr yemiş otlar gibi geliyor
açık kitap sararmış ekin
ateşe verilmiş tarlalar gibi geliyor
en güzel akşamı kuruyor
en güzel ay’a
en dar odayı
en geniş sokağa
en uzun nehri
en derin uçuruma
uzun sürmüş savaşlar gibi geliyor
kırık kemik, kesik kol, kınına
sığmayan hayat gibi geliyor
beni diyor, bir sarmaşık
gövdene tırmanır gibi kucakla
(Çiğdem Sezer, Çağdaş Türk Dili, Nisan 2005, sayı: 206)

Çiğdem Sezer’in “Sarmaşık” adlı şiirini okuyunca “Şiirin, güzelliği ve gücü bu işte bu işte!” dedim kendi kendime.

Günümüz şiiri üzerine bunca eleştirinin, daha doğrusu karalamanın yapıldığı, niceliğin çoktandır niteliğin önüne geçtiğinin dillendirildiği, Türk şiirinin tıkandığının her an ve ortamda söylendiği bir sırada, “Sarmaşık”ı okumak, çok sevindirdi beni. (“Şiir bahsi”ni bilenler, bu sevincin nedenini daha iyi anlayacaklardır.) Bu şiiri üç beş kez art arda okudum. Okurken, bir yandan da “Bu şiirin nesi beni bu kadar etkiledi, sevindirdi?” diye düşünmekten de kendimi alamadım.

İki ay boyunca şiirin yer aldığı Çağdaş Türk Dili dergisini çantamda taşıdım. Zaman zaman dergiyi açıp yeniden okudum şiiri. Ve sonunda, iki aydır “Sarmaşık”la birlikte kafamda dolandırdıklarımı kağıda dökmeye karar verdim. Bu yazı, o yazı işte.

“Sarmaşık”ı tekrar tekrar okumalarım sırasında fark ettim ki, bu şiir sondan başa doğru, aynı havada, şiirin “şiir düzeni” bozulmadan da okunabiliyor. (Ancak kırık dizeleri “yapıştırmak” gerekiyor. Ben de öyle yapıyorum şimdi.) İsterseniz, hep birlikte okuyalım şiirin bu biçimini:

SARMAŞIK
Bir sarmaşık/ gövdene tırmanır gibi kucakla
Beni diyor
kınına sığmayan hayat gibi geliyor
kırık kemik, kesik kol
uzun sürmüş savaşlar gibi geliyor
en derin uçuruma
en uzun nehri
en geniş sokağa
en dar odayı
en güzel ay’a
en güzel akşamı kuruyor
ateşe verilmiş tarlalar gibi geliyor
açık kitap sararmış ekin
rüzgar yemiş otlar gibi geliyor
taşların arasında bir su sesi gibi
sakla beni diyor
kür yüklenmiş dallar gibi geliyor
yaralı orman ağulu dağ
yorgun atlar gibi geliyor

Şimdi geçelim “Sarmaşık”(1) üzerine söyleyeceklerimize:
Diderot, coşkuyla ilgili olarak “Coşku olmazsa, ya gerçek düşünce çıkmaz ortaya; ya da rastlantı eseri yakalansa da, devamı gelmez... Şair coşku ânını hissedir. Ancak ondan sonra düşünceleri derinleşir.”(2) demektedir. “Sarmaşık” şiiri de coşku ânının hissedilerek yazıldığı bir şiir olarak ortada durmaktadır. Bu şiir, benzetme ögeleri üzerine temellendirilmiş bir şiirdir. On dokuz dizelik şiirde on dört benzetme kullanılmıştır. Şiirin ilk bölümünden itibaren benzetme ögeleri yoğun duyguların somutlaştırılma aracı olarak şiirin kurgusuna katılmıştır.
Birinci bölümdeki benzetmeler (yorgun atlar gibi, yaralı ormanlar gibi, ağulu dağ gibi, kar yüklenmiş dallar gibi), şiir öznesine, gelenin içinde bulunduğu çaresizliği ve aynı zamanda bu kişinin karşıdakine ulaşma isteğinin yoğunluğunu dile getirmek için seçilmiştir. Bölümdeki “yaralı orman” ve “ağulu dağ” benzetmelerindeki yenilik ise duygu gücünün arttırılmasına ve imgenin kurulmasına yardımcı olmuştur.

Birinci bölümün sonundaki iki dize, önceki üç dizide belirtilen çaresizliği sağaltmaya yönelik olarak kurulmuş izlenimi vermektedir. Çünkü “taşların arasında/ su sesi gibi” ifadesi sessizliği, dinginliği ve bir sığınma isteğini, sıcaklığını belirtmektedir.

Şiirini üçüncü bölümü, ikinci bölümdeki iki dizelik dinginliği silmekte, ilk bölümde olduğu gibi bir yaranın kabuğunu kaldırmakta ve çaresizliği yeniden hatırlatmaktadır. Bu bölümün ikinci dizesi, birinci ve üçüncü dizelerde alışılmış benzetmelerle kurulan olumsuz görüntünün tam ortasında umudu ve coşkuyu imlemektedir. Zira “açık kitap” ve “sararmış ekin” tamlamalarının çağrışımlarında, bilinçle hazırlanmış bir durumun sunulması görülmektedir.

Altı dizelik üçüncü bölümde, ikişerli dizeyle ve benzetme üzerine kurulu bir ruh dünyası çizilmektedir. Akşamın aya ve dar odanın geniş sokağa kurulması, gelen kişinin gelişiyle getirdiği iyimserliği ve coşkuyu verirken, en uzun nehrin en derin uçuruma kurulması, nehirle uçurum birleşmesinden kaynaklanan tedirginliği yansıtmaktadır.

Üçüncü bölümün son iki dizesindeki tedirginlik, dördüncü bölümün başında yerini karamsarlığa bırakmaktadır. Ancak ilk dizeyle başlayan karamsarlık, “kınına sığmayan hayat” tamlamasıyla, bir kibrit ateşinin harlaması gibi karamsarlıktan umuda, coşkuya bir sıçramayı gözler önüne sermektedir.

Şiirin son iki dizesi, doğadan bir varlığın (bitkinin, sarmaşığın) içinde bulunduğu bir benzetmeyle kuruluyor. Gelenin “bir sarmaşık gövdene tırmanır gibi kucakla”nması, kavuşma ânının muhteşem mutluluğunu ve iç coşkusunu dile getirmektedir. Bu dizelerdeki kurgu, “ayrılık” ile “kavuşmak”ın zıt kavramlar oluşuna itiraz edercesine bir bütünlüğü yansıtıyor.

“Şiirin coşku verici, etkileyici ya da düşündürücü olmasını sağlayan ve şairin kişisel imge, duygu, düşünce ve tasarımlarının okuyan/dinleyene başarıyla aktarılmasına olanak veren baş öğe, dilin kullanılışındaki ustalıktır.”(3) Çiğdem Sezer, “Sarmaşık”ta dili ustaca kullanan bir şairdir. Çünkü Çiğdem Sezer’in “Sarmaşık” şiiri, benzetmelerin imgeye dönüştürüldüğü ve kavuşma coşkusunun yalın sözcüklerle dile getirildiği, lirik sıfatını çok hak eden bir şiirdir.
-----------
(1) Çağdaş Türk Dili, Nisan 2005, sayı: 206
(2) Şiir Nedir? J-L.Joubert, Öteki Yayınevi, Ankara 1993, s.49
(3) Prof. Dr. Doğan Aksan, Şiir Çözümlemeleri, Bilgi Yayınevi, Ankara, Haziran 2004, s.26
Fahrettin Koyuncu tarafından yazılmıştır.

5 Mart 2008 Çarşamba

Aşklar ve Baharatlar adlı romanı çıktı






“Aşklar Ve Baharatlar” / Çiğdem Sezer
Roman/ Heyamola Yayınları
“Aşklar Ve Baharatlar”, yaşamla ölümün can yakıcı iç içeliğinin, aşkın ve direncin romanı. 17 Ağustos 1999 gecesi saat 03. 02’de başlayan roman; bir yanı ile, ülkeyi sarsan bu felaketi çok boyutlu irdelerken, bir yanı ile de bireyin iç çatışmalarını, tinsel açmazlarını sorguluyor. Edebiyatın hayattan kovulduğu, insansız bir edebiyat anlayışının yaygınlaştığı tartışmalarının yoğunlaştığı bir dönemde yazar, tam da hayatın içinden, insanı merkeze alarak lirik ve yetkin bir dille sesleniyor okura.
Aşklar Ve Baharatlar’da kendisiyle ve hayatla yüzleşen birey; aşkın ve aldanışın ne olup olmadığını sorgularken, bütün sonların bir başlangıcı içerdiği gerçeğini de vurguluyor. Ya da bütün başlangıçların bir sonu…
Güçlü psikolojik analizler ve ustalıkla yoğrulmuş dil, roman kurgusunu sahici kılıyor ve bu sayede okur, roman kişileri ile aynı zamanda ve mekanda buluşabiliyor. On binlerce insanın yaşamını kaybettiği, milyonlarca insanın büyük alt üst oluşlar ve savruluşlar yaşadığı 45 saniyelik bir zaman diliminin sorgulaması; yanılsama ve gerçeklik, burada kalmak ya da uçuruma yürümek, direnmek ya da vazgeçmek…Yazar, bir yandan tedirgin ederken, öte yandan direnci ve umudu var ediyor. İnsanın yeryüzündeki trajik gerçeğini, ölüme karşı yaşamı savunarak aktarıyor okura. Roman, evrensel olguları yaşamın içinden süzerek görünür kılarken, bir yanıyla da kadının iç dünyasını cesur bir dille irdeliyor; aşk, evlilik, aldatma ve cinsellik…
İçindeki aynadan yansıyanları görmekten korkmayanlar için yazılmış bir roman “Aşklar Ve Baharatlar”.

26 Ocak 2008 Cumartesi

GÖKYÜZÜNÜ KİMSEM BİLDİM SOKAĞI



GÖKYÜZÜNÜ KİMSEM BİLDİM SOKAĞI

kırmızı kiremitlerin gölgesinde suluboya
bir resmin kimsesizliğiyle
durmaktan kapkararmış
gökyüzünü kimsem bildim sokağı
kopuk bir düğme bir çın bir bilye
boş evler küs balkonlar bulaşıcı
sessizi ik hayata bahane

emanete bırakılmış eşya
hiç gitmemiş gelmemiş
budanıp yeşermemiş
gibi eksik gibi kayıp
ikiye geç bire erken
say ki kına gecesi ertesinden
gibi saklı gibi ayıp

ölüme kıyas
göğsünde künye
gibi kapanırken gül
gökyüzünü kimsem bildim
sokağında kadınlar
aynı şarkıyla gömülür:

avcumdaki yıldızı
asacak gök kalmadı
bu bin yıl da yağmadı kar
bu bin yıl da
kırmızı kiremitlerin altında
gökyüzü kimsenin olmadı

(Akatalpa 77, Mayıs 2006)

21 Ocak 2008 Pazartesi

SÖZÜN DERİN BAHÇESİ”NDEN ÇİĞDEM SEZER(Fahrettin Demir)




Fahrettin Demir


“SÖZÜN DERİN BAHÇESİ”NDEN ÇİĞDEM SEZER


Çiğdem Sezer’in şiirini seçikleştiren en önemli özelliği vurgularken, sonda söylenmesi gerekeni başta söyleyerek bir “takdim tehir” hatası yaptığımın farkındayım, ama bunu başta söylemenin de onun şiirine yaklaşmak için önemli bir ipucu olduğunu düşünüyorum. Sezer’in her şiiri, her kitabı, kendini önceleyenin hem uzağında, hem de kan bağını sürdürerek başkalaşan bir özellikle var ediyor kendini. İleride yine söz konusu edileceği gibi, hem kopuşu, hem kenetlenmeyi işaret ediyor. Var olandan kopup yeni bir yapı oluştururken, öncenin izlerini ve renklerini de korumasını biliyor. Kendi şiir pratiği içerisinde başkalaşırken, eskinin çizgilerini kuşanarak, yeni yapılanmalara kapı aralıyor.


Bu şiir yolculuğunun uğraklarına işaret eden, Kanadı Atlas Kuşlar’daki* lirik uçarılık, kıvrak söyleyiş, yer yer koynunda dinlendiği türkü tadı; Çılgın Su’da demlenip daha ağır tonlara evrilirken, “doğurup doğurup acılan”an; Kapalı Gişe Hüzünler’de hüznünü acılarına sarıp, arayışını derinleştiren Çiğdem Sezer; Bir Şehrin Hatıra Fotoğrafı’nda, “sözün derin bahçesi”nde durulup, dinginleşmeyle birlikte, şiirini daha güvenli yataklara taşıyıp, Dünya Tutulması’yla hem kendi şiir serüveni içerisinde en üst noktaya çıkıyor, hem de Türk şiirinde kalıcı bir yer ediniyor.
Bu çileli şiir emeğinin her uğrağında, cesur bir arayışın, şiirini yetkinleştirme çabasının, şair kimliğini pekiştirirken edindiği birikimi şiirine yansıtmasının izlerini görmek mümkün. Ödüller konusunda ne düşünürsek düşünelim, onlar edebiyat ortamının bir gerçekliği. Çiğdem Sezer’in de ödül konusunda hayli nasipli olduğunu görüyoruz. 1991’den başlayarak, Yarımca Festivali şiir yarışmasından, Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü’ne; Sabri Altınel Şiir Yarışması’ndan, Dünya Kitap Dergisi Ödülü’ne (Çılgın Su); Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü’nden (Bir Şehrin Hatıra Fotoğrafından), son olarak Dünya Tutulması ile Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’ne uzanan ödüller toplamını da getirir Çiğdem Sezer’e. Kuşkusuz ödül bir itici güç olmakla birlikte, ödüllendiren seçici kurulun beğenisini, şiir anlayışını yansıtabilir. Bu nedenle Çiğdem Sezer’in bugüne dek, ödüllerin arkasına sığınma yanlışına düşmediği söylenebilir. En uygun deyimiyle, her ödül ertesinde, yeni baştan şiirin acemiliğine soyunarak, dişiyle, tırnağıyla zorlu bir şiir kazısına başlıyor.


Başlangıcından bugüne şiir serüvenini, şiirsel gelişimini istikrarlı bir yükselişle ileri noktalara taşıyan Çiğdem Sezer’in şiirinde öncelikle saptanması gereken temel değerlendirme, “mesele”si olan bir şiirin izini sürmesidir. Bir “mesele”si var Çiğdem Sezer’in şiirinin, ya da “mesele”leri. “Mesele”den yalnız politikliği anlayan, felsefi yönelişlere ağırlık tanıyan bir şiiri kastetmiyorum. Politika, felsefe ya da başka disiplinlerin Çiğdem Sezer’in şiiriyle alışverişi ya da şiirin onlara attığı ilmekler mutlaka vardır. Olması da, şiirsel boyutu yitirmeden, doğal karşılanmalı. Çiğdem Sezer’in şiirinin “mesele”leri söz konusu disiplinlerle, başka bir bağlamda ilintilendirilen, hayat-insan-dünya… vb. ile girdiği didişmede anlamını buluyor. Hayatla, insanla, dünyayla sorunlar yaşaya yaşaya kuruyor şiirini. Bir başka deyişle şiiri, hayatın, insanın, bireyin açmazlarından, çelişkilerinden, uyumundan ya da uyumsuzluğundan, daha ötesi uyumsuzluğun uyumundan sızarken, onları giyiniyor, dönüşüyor; onları dönüştürmenin olanağı olmaya soyunuyor. Haydar Ergülen’in deyişiyle, “bildiğim bu ‘tutulma’, karşısında şiire tutulmak çabasını çaresizce sürdürmektir ki, Çiğdem Sezer de bunu, ‘imkânsızlığın şiiri’yle bir imkâna dönüştürme yolunu araştıran bir şair olarak hakkıyla yerine getiriyor.” (Yazılıkaya, Ocak, 2007)

Dünya, hayat, insan
“Hayat bir cam kırığı”dır insanın içinde, nasıl alışılır buna. “insan nasıl alışır içindeki cam kırıklarına / baba.” (DT, 15) Bu dizelerle insani bir çığlığı duyururken, sesinin yankısını bulamamanın acısı ya da düş kırıklığıyla “yalnız yalnıza” çiçek açtırıp “dalga dalgaya” kulaç attırıyor: “kimsenin yağmuru değmiyor ötekinin kalbine.” “dilinde kaygan taşların kekremsi tadı / herkese uzak kendine yabancı / hangi anahtarla gireceksin kapıdan”
Günün karmaşasında, hayatın bireyi tüketen cenderesinde, bin bir saldırıya maruz kalan birey, ringde durmadan dayak yiyen boksöre dönerken, kendisi olma, ötekine köprüler kurma yeteneği sürekli aşındırılırken şairin çığlığı nereye ulaşır. “Hayat kanıyor” doğru ama insana ulaşmanın olanağı olarak şiiri işe koşmak azımsanmalı mıdır? Çünkü “bir yaprak bir yaprağa / değmese kopacaktı” (D.T. 45)
Değişik bağlamlarda yaralı olan insan, kendine, türüne yabancılaşmanın acısıyla yaralıyken, milyonlarca yağmur damlasının aynı anda dökülüp de birbirine dokunmaması gibi ayrı kalabiliyorsa, şairin bu konuda diyecekleri olmalı. Diyor da, Çiğdem Sezer’in şiirinde bu sorun önemli bir yer tutar: “kimse kimsenin denizine kum değil”. ”kimse kimsenin korkusuna dokunamıyor.” (DT 85) İnsan, “insanın insanı yutan girdabında… kendi çölüne kum çoğal”tıyor. Ama yine de “insanın acısını insan alır”. Tenhalardan gelip kendine giderken, insana gittiğinin farkındadır Sezer. Kime gitse, kendine dönüyor çünkü. Birey, “hem suç hem cezadır kendine.” Baudelaire’in “hem bıçağım hem de yara / hem yanağım hem de tokat / hem kurbanım hem de cellat / ezen ve ezilen çarkta!” dediği gibi, “dövülmüş bakır sabrıyla” kendine birikmenin olgunluğunu hedefler. Kurbanı celladıyla seviştiren hayat, insani gerçekleşmeyi hedefleyen şiire de zengin olanaklar sunar.


Hayata karşı duruşu edilgen değildir Çiğdem Sezer’in. Hayatı tanımaya ve dönüştürmeye dönük eylem önerisini şiirlerine yedirirken, şiir poetikasının da ipuçlarını sunar. Çılgın Su’da yer alan “Benimle Böyle Seviş Ey Hayat” başlıklı şiirde: “asiyim, mülteciyim, evet / kendine muhalif dizeyim” diyerek hayata ve sanata karşı tavrını netleştirirken, yaşadığı günlere yönelttiği eleştiriyle de pekiştirir bunu: “kısacık ömrümde kaç intihar / ıssız sokaklar uykularımda / düşümde gözleri oyulmuş ağaçlar.”


Sezer, hayatın örseleyici, tüketici ve yaralayıcılığını eleştirerek “bir intihardı yaşamak, pörsümüş” (KGH,12) derken, bir başka şiirinde, hayatı ve insanı, insani bir tasarımın içerisine yerleştirerek sunar: “çürüyen kumsalı geç yalçın kayalara çarp / kimse bilmez hayata nerden girildiğini / …/ ipeğin çözüldüğü yerden / insanın insana aktığı / sır dehlizinden.” (KGH,28) Ve “bir gülün düşerkenki / sessizliğini / duymuyorsa hayat / bırak kalsın orda / usul ölen biri varmış gibi / aramızda” (DT,65)


Kimi zaman sırtladığı umut yükünü, dünyaya, hayata bakışını aydınlatan, ötekine ilmekler atan, insanla buğulanan iyimserlik, “seni düşünürüm / gökyüzü genişler / dilimce konuşan kuşlar ayaklanır”… “ellerini koy geceye / ısınsın karanlık” dizelerindeki gibi yaratıcı ve dönüştürücü bir öze kavuşur; kimi zaman “öyleyse niçin şarkı söylemeli hâlâ / ölüler kadar sağırken kalabalıklar da” (DT,38) dizelerindeki gibi sesinin yankısını bulamamanın tedirginliğiyle karamsarlığa düşse de, cevabını yine kendisi bulur: “bak bunlar yediveren gülleri/ kendi kökünden yeşermenin bedeli” (DT,38)

Kırılgan çocukluk, acılı kadınlık
İnsana ve hayata ilişkin bu değerlendirmelerin çocukluğa ilmeklenen bir uzantısı da var. Çünkü çocuk ve çocukluk gözde izleklerinden biri Çiğdem Sezer’in. Kimi zaman umudun, kimi zaman geçmişi ve günü değerlendirmenin olanağı olarak görünür. Ama hangi boyutta değerlendirilirse değerlendirilsin hep yoksun ve eksikli bir çocukluktur Çiğdem Sezer’in şiirlerine sızan. Kız çocuğu olmanın getirdiği geleneksel anlayışı dikkate alıp, ona mı yormak gerekir bilmem ama, hep kaygılı, hep yarım sevinçlerin gölgesinde, belli belirsiz sezilen kırılgan bir çocukluk; çoğunlukla da “anne” kavramıyla ilişkilendirilen. Söyleyişe bile yansıyan bu kırılganlık anne figürüyle sıkı bir bağ içinde, sanırım. Bunun ipuçlarını da daha ilk kitapta veriyor Çiğdem Sezer: “ O var mıydı/ gizemli bir düş müydü kurduğum / annem miydi / öyle mi olsun isterdim” (KAK,10) Yine aynı kitaptan “salın acının eteklerine / annen koksun saçların” (KAK 20)


Umarsızlığın, kıstırılmışlığın, bungunluğun çaresi de yine çocuklukta aranır: ”çıkmıyorsa gökyüzüne hiçbir yol / kimliksiz ve bir başına / aşındırdığın saatler / çalar mı kapısını çocukluğun.”


Ama öte yandan, “çocukluğun ertelenmiş sevinci” de kimliğine not düşer, “yitirdiği yazlar”ın acısını bilincinde, duyarlığında sınar. Bu da sesine yansır: “anne suçsuzum, diyor çocuk, gel zaman git zaman / büyürüm ben de, ardımda çocuk ölüleri bırakarak.” (Burada konuyla bağlantılı mı bilmem ama, Çiğdem Sezer’in bu dizelerini okurken, Ruşen Hakkı’nın bazı dizelerini hatırladım. Balkonda Akşamüstü adlı son kitabında yer alan “Torunum Soruyor” adlı şiirinde Ruşen Hakkı, “söyle bana dede / küçükken barışı savunanlar / neden savaş yanlısı oluyorlar büyüdüklerinde.” diyerek, büyümüş çocukların başka çocukları öldürdüğünü işaret ediyor, Çiğdem Sezer ise, kendi çocukluğunu öldürmek üzere büyümeyi hedefleyen çocuklardan söz ediyor. Belki de büyükler öyle istediği içindir!)


Yağmurdan sesiyle, lirizmini tortulayan, acılarını katmerlendirerek kimi şiirlerinin örgüsüne sızan, can acıtıcı önkabulleri de eleştirel bilincin süzgecinden geçirir. Kadınlığın geleneksel ezilmişliğine, kıstırılmışlığına karşı sözcüklerle ördüğü barınağını güçlendirir.


Kanadı Atlas Kuşlar’da geleneğin kadına yüklediği acıları, “gelin girdin / kefenle çık / er sözü kulağına küpe” diye dillendirirken, Dünya Tutulması’nda “Burka” aracılığıyla kadınlığın evrensel dramına parmak basar: “dokuz ay dokuz düğüm öldün / adın bile anılmadı Burka / senin kanındır akan dünyanın bütün sokaklarında.”

Arayışın izinde


Çiğdem Sezer’in beş kitaplık şiir toplamına bakıldığında, ilk göze çarpan özelliğin, sürekli bir arayışın peşinde olduğudur. Dil, söyleyiş, tematik açılım… vb alanlarında hep bir yenilenmenin, hep bir farklılaşmanın belirtilerini izlemek mümkün Çiğdem Sezer’in kitaplarında. Her şiir, her kitap kendini önceleyenin, hem dil ve söyleyiş, hem insana ve hayata bakış… vb. açılarından daha ileri bir noktada konumlanıyor. Bu konumlanış, kendini önceleyenden hem kopuşu, hem kenetlenmeyi işaret etmesi açısından Çiğdem Sezer’in, şiiri bir uzun yol koşusu olarak kavradığının da göstergesi. Vardığı noktayla yetinip çoğaltmayan, alışılmışın rehavetine kapılıp teknik yetkinliği yinelemeyen bir şiir üretiyor. Yeni biçimsel aranışlar, söyleyiş farklılıkları, şiirselliği değişik yataklara taşıma çabası, bulduğuyla yetinmeme uğraşının ürünleri olarak ortaya çıkıyor. Şiirin bulunduğu yerde yitirilebileceği düşüncesi yol gösteriyor Çiğdem Sezer’e. Aramaktan çok, bulmaktan korkuyor, “kaybetmek değil / ormanda yolumu bulmak korkusu” hep eşlik ediyor şiirlerine.


Ses, uyum, sözcük seçimi ve sözcüklerin kenetlenişinde de cesur birliktelikler kuruyor. Örneğin Çılgın Su’daki “Yitik Yaz” şiirinde yer alan “demir çiçekler suladım / çöl ikliminde” dizelerindeki sözcük seçimi ve bu sözcükleri (demir/ çiçek) yan yana getirişi ya da “bir türkü nasıl kan kokarsa öyle / kan nasıl akarsa türkü gibi” dizelerindeki kan ve türkü, kanın türkü gibi akması, yerleşik anlam yüklemelerini ve çağrışım boyutlarını zorluyor. Ama Çiğdem Sezer, (Yitik Yaz’daki “demir” ve çiçek” ağırlığını nasıl “goncası yüzüne düşmüş / bahardı” dizeleriyle hafifletiyorsa, burada da “güvercin” motifiyle engellemeye ve azaltmaya çalışıyor.) Yan yana getirilen sözcüklerin oluşturduğu bireşim, alışılmış anlam alanlarının dışına taşarak, yeni çağrışımlara, yeni evrenlere açıyor okuyanı. Bir anlamda sözcüklere hükmediyor, onları yataklarından uğratarak, şiirseli bir başka boyutta yakalamaya çalışıyor. Çünkü “kulübesinin damını” sözcüklerden örüyor. Elbette bu sözcükler, aşınmış anlam yüklemeleriyle malul olmayacaktır. Şiirde sözcüklerin yaşarlık kazanması, bir anlamda, kendilerinden çok, yan yana geldiği, etkileşime girdiği sözcük ya da sözcük öbekleriyle oluşturduğu bütünsellikten kaynaklanır.


Sadece sözcük seçiminde ve sözcüklerin emiştirilmesinde de aramıyor Çiğdem Sezer şiirseli. Ahenkler arasındaki geçiş de önemli bir yer tutuyor bunda. Kanadı Atlas Kuşlar’da, yer yer yakaladığı türkü tadında söyleyişten (“menekşeydi toprakta / su gözünde nilüfer/ soramadı kimseden / ilkyaz nereye gider”) daha ağır makamlara, durmuş oturmuş, olgun söyleyişlere yöneliyor. Yumuşak seslerden, pes tonlardan konuşmaya başlıyor. Şiirin iç müziğini kuşanmış, notaların ağır ritmini yediriyor şiire: “ölü bir martıyı nazar boncuğu gibi / kalbinin orta yerinde gezdiren / bir yangını yanıp yanıp tüketemeyen / denizi gördüm / tanıdım kendi kanımı kokusundan” (DT, 84)


Zaman zaman o kırık, içten içe fıkırdayan buğulu sesi özlese de (“sesi bir kar gülünde / kış günü aşk evinde / görsem dokunacaktım / sendeki ölümüme”), ağır, uyumlu ve derin uğultuların müziğine yeniden dönüyor. Yağmurun sesiyle, lirizmi boşlamadan, dingin coşkuların bir yanıyla acıya bulanan çığlığını duyurmaya çalışıyor: “bizi unutacaklar kaptan / gemi kan alıyor, balıklar / kendi kanlarında boğulacaklar” (DT, 84) Ya da: “kırılır cümle fanus / bir pervaz hatırası kuşlardan / kalır, yazdır, biter / ezilir kalbim gibi sözcükler” (BŞHF, 65)
Bu konuda söylenmesi gereken son söz, Çiğdem Sezer’in şiirinde, sözcüğün sözcükle sevişmesinin, ritmin kesik ya da soluk soluğa seyretmesinin, inip yükselmesinin, durulup ağır ağır akmasının, onun şiirinin ayırıcı özelliklerinden olduğudur.

Şehir ve ev içleri
Dağlara, denizlere, uzaklara gönül düşürse de Çiğdem Sezer’in şiirinin dönüp dolaşıp geldiği yerlerden biri de onun şehri ve ev içi sıcaklığıdır. Orda giyinir acılarını, umutlarını; orda duyumsar varlığının onulmaz ağırlığını. Kararsızlık yaşar yer yer: “biraz gezginim çokça acemi / göçebe ruh gövdeden öte / orda bekliyor, otların arasında / şahin uçuşuyla, şeytan kanıyla / besleniyor / şiir mi şehir mi aşk mı”


Kent imgesi, dönem dönem ağırlıklı olarak işlenir Çiğdem Sezer’in şiirinde. Kuşkusuz bu fiziksel bir kent olgusunun ötesinde, insanı da dışlamayan, kompleks bir bütünlüğü ifade eder. Kimi zaman bir ev içidir, kimi zaman sığınılacak bir gölge, kimi zaman da, “Yaslı Ova” adlı şiirde, ululandığı mı, acılandığı mı belli olmayan, deprem sonrası Adapazarı’dır: “biz yalnızca bir harftik / yan yana gelemeyen ve bu yüzden / kimselerin bir anlam veremediği / kargacık burgacık harfler / ovanın karnında” DT, 86)


Bir yerde, “yer aç bana kentinde / sürgünüm / suçluyum / hayat kadar /…/ kesilsin soluğum göğsünde” (ÇS, 34) derken, bir başka yerde, anlayışsızlıklar, kopmalar ve kendine kapanmalar olarak çıkar karşımıza kent, insanla özdeşleşir: “çaldım bütün kapılarını / sağır ve dilsiz şehrin / çaldım / bütün kapılarını ey insan”


Kimi zaman kent, çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun ve zulmün belirteni olarak yer alır şiirlerde: “kan revan sokaklar dolaştı ayağıma / yarası kurtlanmış cesetler / arasından / geçtim / ılık kanıyla güneşin / damarlarından / yalnızca devlerdi bileyen hançerini / bu şehrin bütün uykularında” (ÇS, 63) Şehrin kimliksizliği, insan örseleyen, kendine yabancılaştırıp, bireyselliğini törpüleyen acımasızlığına karşı sesini yükseltirken sanki attığı, insanın ölüm çığlığıdır: “kime gitsem kendime dönüyorum; eski bir şarkı dudaklarımda / kim olduğumu unutuyorum, şehir kapatıyor kapılarını… ölüyorum” (KGH, 15)


Bunların da ötesinde duyarlıklarla örülü bir şiirin izini sürüyor Çiğdem Sezer. Bu, sulu göz bir duyarlıktan çok, sorumlu bireyin, şair olarak çağına, yaşadığı dünyaya yönelik insan duyarlığıdır: “Kendi içine çürüyen elma”nın acısını duyarken, insana, çevreye, dünyaya yöneltilen tehditlere karşı da duyarlı bireyin sorumluluğunu yükleniyor. “Dünyanın oyuklarından kan” akarken, “gemi kan al”ır, “balıklar kendi kanlarında boğul”urken, çocuklar ölü anaların öyküsünü anlatırken, şairin bunlara duyarsız kalması elbette beklenemez. “Sökülmüş dantelin hüznünü” duyan şairden, bu kıyımlara, kırımlara duyarsız kalması nasıl beklenir? Çünkü yaşananlara ne denli uzak olsak da “aynı yağmurun altında” ıslanıyoruz.

Kısaca
Dünya, zaman, aşk, ev içleri, yağmur, deniz, gülibrişim saklanmaya yer arar Çiğdem Sezer’in şiirlerinde. Bulur da... Sözcüklere saklanır hepsi... Sözcüklerin diri, yaşamla soluklanan, yaşamın bin bir rengini, donunu kuşanan doğasına saklanır. Hem yaraya, hem cerraha sığınır. “mülteciyim, asiyim, şairim” dedikten sonra, “hüzün koynunda büyüttüğü kan pıhtısı” olur. “Doğurup doğurup acılan”dığı şiirlerle sağaltmaya, onarmaya çalışır kendini.
Daha doğrusu dünyayı bir ucundan tutup havalandırıyor. Havaya kaldırarak değil; şiir çekmez o yükü; şiirleriyle havasını değiştirerek, gül kokusuna, insan sıcağına boğarak…



* Çiğdem Sezer’in şiir kitapları:
Kanadı Atlas Kuşlar, Kerem Yay., 1991.
Çılgın Su, Dünya Kitap, 1993.
Kapalı Gişe Hüzünler, Karşı Yay., 1996.
Bir Şehrin Hatıra Fotoğrafından, Hera Şiir, 1998.
Dünya Tutulması, Yom Yay., 2005.

20 Ocak 2008 Pazar

DÜNYA TUTULMASI ÜZERİNE SÖYLEŞİ



BETÜL TARIMAN
ÇİĞDEM SEZER’LE 2006 CEYHUN ATUF KANSU
ŞİİR ÖDÜLÜNÜ’NÜ ALAN KİTABI
DÜNYA TUTULMASI ÜZERİNE SÖYLEŞİ


Betül Tarıman: Sevgili Çiğdem, İlk kitabın Kanadı Atlas Kuşlar 1991 tarihli. Bunu 1993 tarihinde Çılgın Su, 1996’da Kapalı Gişe Hüzünler, 1998’de Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından izlemiş. Dünya Tutulması ise beşinci kitabın. 2006 ‘da, bu kitabınla, Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü aldın. Kitabın bütününe bakıldığında, çağın acılarına tanık oluyor, acıyı derinlerimizde duyumsuyoruz. Hatta bu acı, öyle cesur ki, sana şu dizeleri yazdırmış: “ölü bir balerin süzülüyor yeryüzünün kalbine / dur gitme!” Buradan hareketle, Dünya Tutulması’nın hayata bir itiraz olduğunu söylenebilir mi?

Çiğdem Sezer: İtiraz, evet ama; bu, hayatta ‘var-olma’ biçimine itiraz, diye okunmalı. Yoksa, hayatta olmaktan yana bir şikayetim yok benim. Şiir yazayım da, bir itiraz olsun, diye bir derdim de olmadı. Yazdım, çünkü; hayatı iliklerimde duymanın, benim bildiğim-bulduğum en iyi yoluydu şiir.

Betül Tarıman: Çarşı, avlu, kadın, çocuk, hayvan, ölüm, yara, dağ, ağaç, gül, aşk, hayvan, makaslar, bıçaklar ve daha çok da yalnızlık, şiirinin temel izlekleri. Nerdeyse dünyanın tüm halleri şiirine sinmiş. Yalnızlığını mı seviyorsun yoksa yalnızlığın mı seni seviyor?

Çiğdem Sezer: Bizimki karşılıklı ‘iflah olmaz’ bir aşk; didişip duruyoruz birbirimizle. Gerçek şu ki, bu dünyaya yalnız gelip, yalnız gidileceğine inananlardanım.Bu anlamda yalnızlığı bir ‘doğal- oluş’ olarak kabul ediyorum. Bu durumda bana düşen, olabildiğince çok insanlık halini deneyimleyebilmek. Madem ki yalnızız ve zamanımız dar, dediği gibi şairin:“çok sevmeli, çok söylemeli”

Betül Tarıman: Simone de Beauvour, “ Kadın olarak doğulmaz, zamanla kadın olunur” diyor. Beauvour, bir anlamda, kadına biçilmiş rollerden, annelik tuzağına düşmelerden söz ediyor. Aslında karşı olduğu, annelik de değil. Tam da bu noktada, şiirlerindeki baskın izleklerden biri de, kadınlık halleri. Kadınlık hallerinden çoğunluğu, şiirlerine yansımış. Bunu belki de, en çok şu dizeler örnekliyor: “ biz çok çocuk bir anneden… / oğlanlar sokağa çıkardı / kızlar bahçeye kadar” ya da “ kırk kapı kırk kez üzerime kapalı / yorgun ev yalnız eşik kerli avlu” Ne dersin?
Çiğdem Sezer:”Senden kadın olmaz” sözünü çok duymuşluğum var ilk gençliğimde. Annem ve komşu teyzeler, öyle çok söylediler ki bana bu sözü. Demem o ki, Simone de Beauvour’a kadar gitmeye gerek yok, kadınlığın içine doğulan değil, zamanla olunan bir durum olduğunu anlamak için.Ama annem ve komşu teyzeler yanıldı ve ben çok erken kadın-anne oldum. Bunun için ödediğim bedelin ağırlığıdır o dizeler. Bundan, anneliğe karşı olduğum anlaşılmasın. Sorun, bunun toplumsal algılanış biçiminde.Sonu olmayan tartışmalara girmenin anlamı yok ama, şu kadarını söylemekte yarar görüyorum: Kadının bazı tuzaklara sürüklendiği doğru. Eş, anne vb. rollerle kuşatılmışlık…Sorunu biliyoruz da, çözümü yanlış yerde arıyoruz.Kadın o tuzaklara ‘sığındığı’ sürece, çözüme ulaşmak olanaksız. Zaten az olan iyi örnekleri karalamak, yok saymak konusunda bazı hemcinslerimizin davranışları da cabası…Bana gelince, bir yerlere ulaşır mı bilemem, ama kadınlığımın diline varmaya, o dili şiire taşımaya çabalıyorum. Ne kadar olabilirse…

Betül Tarıman: Trabzon, Adapazarı ve Ankara… Yaşamını sürdürdüğün kentlerden birkaçı.Sanrım bu kentler sende derin izler bırakmış. Bunu, pek çok dizende hissetmek olası. Yaşadığın kentlerin sende ve şiirindeki etkileri neler oldu? Yoksa “ kimsenin şehri benzemiyor kimseninkine” derken ki ayrımda mı yatıyor o giz?

Çiğdem Sezer:”sen yine de kalmak say/ bütün gitmelerimi” diye iki dize vardır ilk kitabımda. Bu dizelerin durumu iyi özetleyeceğine inanıyorum. Yine de açmam gerekirse; çok şehir, çok ev, çok kültür…En uzun yaşadığımız kent Adapazarı oldu. Ben, anılarımın olduğu kentte yaşayamamıştım. İstedim ki çocuklarım yaşasın bunu. Bu yüzden o kadar uzun kaldık Adapazarı’nda. Ama olmadı, biliyorsun, 17 Ağustos depremi bizi o kentten ayrılmak durumunda bıraktı. Ve çocuklarımın da tüm anıları yıkıldı kentle birlikte. Bu özel durumun dışında, kentlerin şiirim üzerinde doğrudan bir etkisi olduğunu söyleyemem. Dolaylı etkiler…
Betül Tarıman: Şiirlerinde göze çarpan izleklerden biri de umutsuzluk. Tutup, bir muziplik yapayım demiyorsun şiirin bir yerinde. Peki, bunca umutsuzluğa şiir mi çare? Şiirle mi yaralarını sarıyorsun? Ya da, “ adın neydi Burka? / koynunda patlayacak bir bomba / gibi uyurken oğlun, şafakla / Kandahar ve mayvan ve herat / memelerinde on yılların irini” derken ki sızı mı, sen de derin yaralar açtıran?

Çiğdem Sezer: Umutsuzluk demek doğru değil buna. Nietzche’nin sözü müydü, emin değilim, şöyle diyordu: sanat ve felsefe, çok farklı yöntemlerle acı’yı bilgiye dönüştürür. Gerçekçi olursak, hayat acı’dan başka bir şey değil.Ölümlü oluş bile yeterli bunun için.Bu durumda ‘umut’ ne ifade ediyor? Ölümsüzlük?..O da çare değil, çünkü, yitirme korkusu yoksa, anlam azalıyor. Yani ‘çare’ yok! Olmayan çareyi umut etmek niye? Geriye kalan, acıyı sanatla, felsefeyle bilgiye dönüştürmek. Burka şiirimdeki yarayı insanlığa açanlar, bütün bunların uzağında, kendi tekerleklerini döndürüp duruyorlar. Ne sanat, ne felsefe, ne de bilgiye dönüşen acı onların umurunda. İktidar hırsı dünyanın gözünü bürümüş. Yalnız o boyutta da değil, bir bakalım etrafımıza, küçücük iktidar adacıkları için neler yapılmıyor! Kadın sorunundan savaşa, soykırıma kadar, hepsinin temelinde iktidar hırsı var. Bu durumda muziplik yapmak içimden gelmiyor doğrusu.

Betül Tarıman: Biliyoruz ki, hayat çok acımasız, öyle bir an geliyor ki, değil şairi, herhangi birini de allak bullak edebiliyor. Bununla birlikte, Dünya Tutulması ve diğer kitaplarına bakıldığında, kendiyle ve hayatla kavgası olan bir şair tipi çıkıyor karşımıza. Kendiyle kavgası olan bu şair, kendini hayatla mı deniyor, ya da bile bile kendini hayata mı teslim ediyor?

Çiğdem Sezer:Galiba hayatı kendimde deniyorum ben. Kendimi hayata teslim etseydim, Dünya Tutulması yazılmazdı zaten, kendinden bilirsin. Kavga etmeyelim, ama, direnelim, karşı çıkalım, olumluya, iyiye doğru evrilelim. Anneyiz, teslim olmayacak bireyler yetiştirelim. Bunu yapabiliriz. Zaman az, iş çok, yorgunuz, hayat üstümüz üstümüze geliyor…Evet, ama, yine de yapabiliriz. Yeter ki enerjimizi, emeğimizi, birbirimizi yok etmek için harcamayalım.
Betül Tarıman: Aşklar Ve Baharatlar adlı romanın İnkılâp Kitapevi roman yarışmasında övgüye değer bulundu. Neden roman?Ve ne zaman okuyabileceğiz Aşklar Ve Baharatlar’ı? Son olarak, neler yazıyorsun şimdilerde?

Çiğdem Sezer: Aşklar Ve Baharatlar yakında yayımlanacak, Bense ikinci romanı yazıyorum şimdilerde. Tabii şiir. Başka türde de ürün veren birinin şiiri bırakacağı söylenir ya, inanma. Birbiri ile didişmeden, tersine, birbirinden beslenerek gidiyor ikisi de. Neden roman?...Üstelik hiç aklımda yokken, önceden tasarlamamışken! Sanırım, şiirle aramızdaki iflah olmaz aşk çok üzerime gelmişti, ve ben kelimelerin daha itaatkar olmasını dilemiştim. Böyle bir ruh hali. Ama yazdıkça, bundan çok daha fazla olduğunu gördüm. Olağanüstü bir deneyim.

Betül Tarıman: Sevgili Çiğdem, yaptığımız keyifli söyleşi için teşekkür ederim. Yaralarımız açılmadan baş başa bir kahve içmeye ne dersin?

Çiğdem Sezer: O yara hep açık değil mi zaten, Betül? Bence, yara ve kahve demişken, Sevgili Zeynep Uzunbay’ı da alalım yanımıza, ‘Yara Falı’mıza baksın. Ama önce kahveler lütfen!

OLASI VE ÖZGÜR OKUR İÇİN BİR ŞİİR OKUMA DENEYİMİ

Çiğdem Sezer

OLASI VE ÖZGÜR OKUR İÇİN BİR ŞİİR OKUMA DENEYİMİ


“Ben’den Önce Tufan”*, Yusuf Eradam’ın, Sylvia Plath’ın ‘yaşam öyküsünü şiirleriyle iç içe incelediği’, ‘şairin yaşamının şiirlerle yoğunlaştırıldığını göstermeye çalıştığı’ yapıtı. Eradam, kitabın giriş yazısında, yapıtın, sanatçıların ‘varoluşlarına bir anlam kazandırma çabası’ olduğunu belirttikten sonra, şöyle der:

“…sanatçının yapıtlarından yola çıkarak yaşamının bazı gizlerini ortaya çıkarmak, bir başka deyişle yazın dedektifliği yapıp sanatçının kişiliğine ve yaşamında önemli yer tutmuş belli başlı olaylara ve insanlara, onlarla olan ilişkilerine tanı koymak ve bundan amatörce bir tad almak yanlışına düşmemelidir.” Buraya kadar bir itirazım yok, ancak; bu paragrafın devamını okuyunca, insan ister istemez ikileme düşüyor. Şöyle devam ediyor paragraf:

“Sanatçının yaşamının ayrıntılarının bilinmesi, yapıtlarının açımlanması ve açıklanması için gerekli olabilir ama sanat yapıtı kendi başına bir varlıktır, eşi yoktur, kendi yasaları ve gelenekleriyle vardır ve özerktir.”(Ben’den Önce Tufan,sy.10).

Bu uzun cümle ‘ama’ sözcüğünün öncesi ve sonrası olarak ayrı ayrı okunduğunda da sorun çıkmıyor; her ikisini de olumlayabiliyorsunuz. Ne var ki, birbiri ile bağdaştırmaya kalktığınızda, bunu yapamadığınızı görüyorsunuz. Yapıtı, sanatçının yaşam ayrıntılarını bilerek okumak, böylece yeni açılımlar kazandırmaya çalışmak, onun biricikliğine, özerkliğine niye gölge düşürsün? Tabii bazı önyargılı –hatta karalama amaçlı- okumalardan ve bu yargıları doğrulama çabalarından söz etmiyorum. Kastım, sanatçının yaratım sürecine müdahalenin doğru olmadığı gerçeğinden yola çıkarak, okurun yapıtı anlamlandırma, açımlama biçimine müdahalenin de doğru olmadığını savlamak. Yazara yaratma sürecinde tanınan özgürlüğün, okura da tanınması gerektiği kanısındayım. Elbette burada Eradam’ın okur’dan değil, eleştirmenden söz ettiği, bu bağlamda sözlerinin okur için de geçerli olup olmayacağının tartışma götüreceğinden söz edilebilir. Ne ki amacım, Eradam’ın sözlerinin doğruluğunu ya da yanlışlığını kanıtlamak değil, bir eleştirmen değilse de ‘okur’ olarak yapıtı anlamlandırma ve açımlama özgürlüğüme getirilmek istenen sınırlamayı reddettiğimi söylemek.

Galiba bunca sözü etmemin asıl nedeni, alıntıladığım bu paragraftan çok, bir sonraki sayfada (sy.11) kullandığı ‘amatör psikolog’ ifadesiydi. Gerçi Eradam , bu ifadeyi Palth’ın şiirlerini inceleyen kimileri için kullanıyor ama, sanat yapıtını anlamlandırır, açımlarken, psikolojinin bazı terimlerinden yararlanan herkes için de söylenmiş gibi duruyor sözleri.
Eradam’ın sözlerini sanatçıya ve yapıta duyulan saygının, nesnel eleştirinin gereği olarak kabul ediyor olsam da; bir okur olarak yapıtı dilediğimce anlamlandırmak, açımlamak hakkıma müdahaleyi kabul edilebilir bulmuyorum doğrusu.

“Ben’den Önce Tufan’ı” uzun yıllar önce, beğeniyle okumuştum. Aynı okuma zevkini “Ve Yaralarım Aşktandır”** adlı kitaptan da aldığımı söylemeliyim. Bu iki kitabın ortak özelliği, her ikisinin de şairin yaşamını ve yapıtlarını iç içe incelemeleriydi. Ve bunu önyargıdan ve kasıttan uzak, yalnızca edebi amaçla yapıyor oluşları…Kitapların her ikisinin de bir kadın şairi konu ediyor olmaları ise rastlantıdan başka bir şey değildi kanımca. En azından benim okumalarımda böyle bir bilinçli tercih söz konusu değildi.

İlk okumanın üzerinden yıllar geçtikten sonra, bana “ Ben’den Önce Tufan”ı anımsatan, yine bir kitap oldu: Yücel Kayıran’ın “Çalgın”ı.*** Şimdi yazılmakta olan bu yazı, benim okur olarak Çalgın’ı anlama, açımlama çabam olarak görülmeli. Doğaldır ki söz konusu açımlama, benim kişisel bilinç-yaşam deneyimlerimle sınırlı olacaktır. Yani, okumamın sonunda varacağım yer ya da kanı ne olursa olsun, Çalgın’ın şairi Yücel Kayıran’ın değil, okur Çiğdem Sezer’in vardığı yer olacaktır. Sanatçının yaşam deneyimleri, kişisel ve kültürel hafızası yapıtı oluştururken ne denli etkense, okur için de söz konusu öğeler o denli etkendir. Şiirin yalnızca yazım süresince şaire ait olduğu, kağıda düştükten sonra şair için yaşam deneyimi olmak dışında sahiplenir yanı kalmadığı, bu andan sonra alıcının okur olduğu kabul edildiğine göre…Bir şey daha; Kayıran, bir söyleşisinde, benim yönelttiğim bir soruya (Soru, şiirde sıklıkla anne-çocuk imgesinin kullanılıyor olmasından, rahim sözcüğünden yola çıkarak sorulmuştu ve sanat yapıtlarının yaşamın temel anksiyetesi olarak kabul edilen ölüm kaygısını aşmakla bir ilgisi olup olmadığı üzerineydi.), şiirin psikolojinin terimleri ile birlikte okunmasına karşı olduğunu, bunun şiiri sınırlayacağını söyleyerek yanıt vermişti. Bir dinleyicinin kullandığı ‘aynılaştırma’ ifadesini de olumlamıştı.‘Amatör psikolog’ ifadesini kullanmamıştı ama, buna benzer bir değerlendirme yapmış, bir anlamda ‘moda’ okumalardan söz etmişti. Ancak, Çalgın’ı daha sonra tekrar okuduğumda, psikolojiye, anımsadığımdan çok daha fazla yaslandığını gördüm şiirlerin. Bu durumda Çalgın’ ı psikolojinin terimlerini değilse de, kendisini göz ardı ederek okumak, neredeyse olanaksızlaştı.

Anksiyete sözcüğü toplumsal algıda her ne kadar bir sapma, hastalık gibi görülse de, gerçekte, farkındalığı artırabileceği, derinliği kavramada etken olabileceği bilinir. Ve bu da yaratıcı süreci tetikler. Tıpkı Çalgın’da olduğu gibi. Durum böyle olunca, okumalarda psikolojinin olanaklarından yararlanmak, aynılaştırmak bir yana, farkındalığı fark etmeye yarar kanımca.
Çalgın’ın kapağını kapattıktan sonra, imgelemimde kalan, hafıza kuyusunun duvarlarına çarpan, o duvarları yoklayan bireyin, hiçliğe uzanan umutsuzluğu oldu. Yine de, her dizenin bir umudu barındırdığı-barındıracağı konusundaki iyimser duyguyu yitirmemeye çalışarak okudum şiirleri. Terk edilebilir bir dünya bu (s.35), dizesini ise, çağrıştırdığı intihar eylemini görmezden gelerek okumak olanaksızdı. Yine de, kitap bütünlüğünde değerlendirdiğimde, dizenin, intihar eyleminden çok, dünyayı farklı biçimde terk edebilme olasılıklarını işaret ettiğini düşünüyorum. Hiçlik de, bu olasılıklar içinde düşünülmelidir kanımca.

Bütün bu dağınık düşüncelerden yola çıkarak , kitap bütününden seçilmiş dizelerle -şiirin tümünü vermek, yazı boyutunda olanaksız olacağı için- şairin karşı cinse bakışını ortaya koymaya, ardından da, çocukluğa gönderme yapan, ya da doğrudan çocukluğu anlatan dizeleri örnekleyerek, kökeni anne karnına inen hafızanın, çocukluğun ve şair-anne ilişkisinin, şairin kadına bakışına etkilerini ‘anlamaya’ çalışacağım.

****
ÇALGIN
“……………………………….
Yazgısıyla mücadele eden anneye,
…………………………….”
sadece anneme inandım dünyada (s.79)

Bırakalım psikolojinin terimlerini bir yana, oedipus kompleksini filan unutalım bir an için, tamam. Peki ama bir erkeğin hayatta ‘sadece annesine inanmış’ olması, neyi gösterir? Toplumsal anlamda çok güvenli, inanılır bir düzlemde yaşıyor olmadığımız ortada, ne ki bu, inanma gereksinimi yok etmez bireyin. Yanılabiliriz, yanıldık, evet ama, inandık birilerine, inanıyoruz; yanılma olasılığımıza rağmen… Elbette buradaki inanma sözcüğü sevme, bağlanma, ait olma – ve hatta aşık olma- anlamında okunabilir, okunmalıdır. Bu bağlamda şu iki dizeyi vermek, açımlayıcı olur düşüncesindeyim:

kalbim kadınlarla mı yaşamak zorunda (s.20)
hiçbir kadın seninim demedi dünyada (s.20)

İlk çağdan günümüze sürüp giden trajedisi erkeğin; hayatındaki biricik vazgeçilmezin bir kadın/ anne oluşu! Bir yandan bitip tükenmez erk kavgası, egemen olma isteği -çoğu zaman kadınlar üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılır bu istek- öte yandan gücünün sınırları nereye ulaşırsa ulaşsın, vazgeçilmez biriciğine-anneye dönme arzusu… Bu çatışmayı yaşayan sadece erkekler de değildir, ancak; onlar kendi trajedileri ile o denli meşguldürler ki, karşı cinsin de bir kopma, parçalanma, tam olamama sorunu yaşayabileceklerini dert etmezler. Tam da burada, Birhan Keskin’in şirini anmanın zamanıdır. Her şiir bir anlamda kopuşun göstergesi sayılabilecekse de, Birhan Keskin’in şiirleri bu kopma- bölünme üzerine yazılmış en iyi örneklerdendir. Şu var ki, Birhan Keskin’in şiirleri, söz edilen bölünmeye dayanarak, bağlanmayı-inanmayı yadsımaz.Arar onları; bulur ve bedeli neyse öder. Biz o bedeli, hüzünlü ama, okurda yaşama, bağlanma arzusu uyandıran şiirler olarak okuma olanağı buluruz.

senin iki kolun var
Kadınlar hissediyordu değil mi?
onlara sarıldığında
…….
benim de mi?
iki kolum var
ama neden değilim ben
bunun farkında? (s.69)

İnsan en çok sarıldığında hisseder kollarının varlığını; sevgiliye, dosta, çocuğa…sarıldığında. Kayıran ‘kadınlar’ demeyi seçmiş; sevgili ya da kadın değil; kadınlar. Yani herhangi biri-birileri, aşksız, bağlanmasız…Şiirin öznesi ister şairin öteki ben’i, isterse ikinci tekil şahıs olsun, işaret ettiği yer değişmiyor; bir kadına aşkla sarılmanın olanaksızlığı. Kaldı ki, ilk dizede kolların varlığını hisseden yine kadınlar’dır, şiir öznesi değil; bu anlamda, öznenin şairin öteki ben’i olduğunu düşünmek daha doğru geliyor. Böyle olunca , aşksızlıktan öte bir konuma gidiyor öznenin durduğu yer; kadınlar’a, kollarının varlığını hissedebilecek kadar bile sarılamama.

dedi: klarnet isterim, masamda kadın istemem (s.38)
fareli köyün kavalcısı gibiydi kadınların gözlerindeki meleke(s.36)

Bu yazarak okuma yöntemine hiç başvurmasa mıydım?..Her dize, diğerinden daha yıkıcı bir umutsuzluğa kapı açıyor çünkü. Bu umutsuzluk, şiirde cinsiyetçi bir bakış açısı bulduğumdan değil. Keşke öyle olsaydı; o zaman, bunun toplumsal bilinçle bağlantısını kurup anlamaya, aşmaya çalışmak, hatta itiraz etmek daha kolay olurdu. Ne ki alıntıladığım dizeler, cinsiyetçi bakış açısının değil, düpedüz karşı cinsin reddedilişinin ifadesi; anne hariç!

Umutsuzluk, yalnızca karşı cinsin reddedilişi ile sınırlı değil elbet. Durak(s.58) adlı şiirde:
“ama her insan neden bir durak ötekine” derken; “boşluk halinde her durak düşerken benzine” der, Güneş Yanığı (s.62) adlı şiirde. Böylece, karşı cinsin reddinden sonra, insan’a olan umutsuzluğunu da dillendirmiş olur. Öteki’ne durak olan insanın boşluğa dönüşerek benzine düşmesi…Bu, söz konusu şiir için olağandır da, çünkü kadın’ı-karşı cinsi reddeden bakış, ancak genel anlamda insan’a duyulan güvensizlikten kaynaklanabilir. İçselleştirilmiş güven eksikliği, bu eksikli yaşama, varolma çabası, en çok da, karşı cinsle olan ilişki ya da ilişkisizlikte dayatır kendini.

Kayıran’ın şiirlerindeki baskın karamsarlığın, umutsuzluğun kaynağı, hafıza’dır; bu hafıza, içinde bir zamanlar inanılan, bağlanılan ideolojiyi de barındırır. O ideoloji ki ‘bir heyula gibi gezer içinde’,şairin.:

“kominizm heyulası kol geziyor hâlâ benim içinde” der, Perş (s.19) adlı şiirde.Bu dizenin biraz sonrasında ise, “kardeşlerimden bile ayrı düştüğüm dünyada” dizesi ile, bağlılığı simgeleyen ender sözcüklerinden birini ‘kardeşlerim’ sözcüğünü kullanır. Söz konusu ideolojiden değil ama, ‘birlikte inandıkları’ kardeşlerinden ayrı düşmek, belki de tek –anneden uzaklaşmak, büyümek dışında- yakınma noktasıdır şairin.Kopuş öyle büyüktür ki: “bahçe tahrasıyla kesmek geliyor sol kolumu bileğimden” diyerek bitirir bu şiiri.

Bu ideolojik kopuş, güvensizlik ve yalnızlık arzusunu derinleştirmiş, içe dönüşü hızlandırmıştır. Yoksa, toplumsal konumu belirleme-değiştirme konusundaki önemini kabul etmekle birlikte, ideolojik kopuşun, bu şiirlerdeki hiçliği çağrıştıran umutsuzluğun tek ve asıl nedeni olduğunu düşünmüyorum.

*****
Sabaha karşı doğmuşum
Kusmuk gibi gelir bana o vakitler (s.43)

Kusmuk sözcüğü, yeni doğanın bedenini kaplayan kaygan, yapışkan sıvıyı hatırlattı ister istemez. O bedenlerin anne karnından dünyaya ilk merhabalarını, ilk çığlıklarını kim bilir kaç kez duydum…Bebeğin suya tutuluşu, sıvının temizlenmesi..(Şimdilerde bebeği doğumdan sonraki ilk hafta yıkamama yolunu seçiyorlarmış; o sıvının koruyucu özelliği, ilk hafta içinde bebeği dış faktörlerden korusun diye.) Doğum eylemi, hiçbir estetik yanı olmayan, doğan için de doğuran için de son derece acı vericidir. Ne ki, insanın devamlılık, bağlılık arzusu, bu zor ve acı verici eylemi göze aldırır. Dahası, çoğu zaman sevinç verir, kutlanır bu durum. Bütün bunlar, ebeveynlerin duygu durumlarıdır elbette; yeni doğanınsa, doğmuş olmak dışında bir katkısı yoktur bu duruma. O, ancak bir yetişkin olduğunda, kendi duygusal hafızasını oluşturduğunda belirtebilir duygularını. Nedir o doğum saatleri? Sevinç mi, acı mı, devamlılık mı, kopuş mu?...Eğer o anı, o saatleri ‘kusmuk’ sözcüğü ile nitelendiriyorsa kişi, duygusal hafızasının bu konuda sevinç ve (ya) devamlılık değil, acı ve (ya) kopuş üzerine temellendiğini düşünüyorum ister istemez; kusmuk sözcüğünün, kusulan şey dediğimiz gerçek anlamını da anımsayarak…

çocuk su; ben ölen bir yağmur! (s.45)
çocuk işte; başlangıçta bir kelime
hafıza zamanla sığıyor onun içine (s.46)

İlk dize tek başına okunduğunda, doğal yaşlanma sonucu ölümden söz ettiği düşünülebiliyorsa da, diğer dizelerle desteklendiğinde, asıl ölümün, bu doğal süreci sürdürürken gerçekleştirilen yaşantılar olduğu anlaşılıyor; reel yaşantılardan öte, duygusal yaşantıların amaçlandığını düşünüyorum burada. Şairin, hafıza sözcüğü ile bizi yönlendirdiği yer orasıdır çünkü. Bir su damlası kadar arıyken, içine hafızanın dolduğu bir yağmura dönüşmek…Sanki yağmurdur da hafıza, içindeki tüm yaşantıları ( Acı veren, hatırladıkça taşıması güçleşen yaşantılardır bunlar.) yağmur olup yağdırmaktadır şairin üzerine. Yağmur imgesinin bendeki bütün olumlu çağrışımlarına karşın, bu dizedeki okumamdan, ‘yağmur gibi kurşun yağıyordu’ tümcesinden başka bir yere varamadım. Aslında söz edilen, kurşun yağmuru altında ölmek de değildir. O, anında ve muhtemelen acısız olurdu. Oysa yavaş yavaş, ama sürekli bir ölmekten –hatta ölememekten- söz eder gibidir şiir.
Denilebilir ki hayat; acı içinde ve sürekli bir ölme halidir…

.neden yer yok çocukluğun meleklerine (s.101)
bulabilir miyim bir çocuğum olsa
büyürken, dünyada kaybettiğimi (s45)

Kitap boyutunda,olumlu duygu durumlarını çağrıştıran ender dizeler bunlar. Mevcutta bir olumluluk değil söz ettiğim; çocukluğa ait melekler, kaybedilenler..Belirsiz de olsa çocuklukta da kalsa, bir ‘iyi’lik hali…

Olasılıkla, bu belirsiz iyilik halini, annenin varlığı sağlamaktadır. Çünkü anne imgesi oldukça yoğun kullanılırken, baba, hep varla yok arası bir yerde durmuş. Şairin, babasıyla olan ilişkisine değgin en açık dize şu:‘değilim babamın hayal ettiği!’(s.23) Babasının hayalindeki ‘erkek çocuk’ olamamak, babaya hayal kırıklığı yaşatmak… Anneye duyulan sevgi, onunla oluşturulan bağ ne kadar derin ve güçlü olursa olsun, bir erkek çocuğunun dünyasını oluşturmaya yetmediği bilinir. Bir şeyler eksik kalmıştır ve muhtemelen eksik devam edecektir. “anneydi bekleyen eve geç geldiğim saatleri”(s.75) derken, örtülü sitem vardır babaya. Belki de özlem…

Anne: Oluş / bağlılık / kopuş / çaresizlik / şefkat / yazıklanma
Baba: Öfke / sitem / özlem / isteme / gizlenme. Ve sanırım en önemlisi; güvensizlik

Anneye bağlanma, sığınma anlamındadır genellikle; kaçmayı, saklanmayı, içinde olmayı, belki de hiç olmamış olmayı anımsatır. Oysa güven, insanın temel gereksinimlerinden biridir ve bunu –çocukluktan sonra- anneden almak olanaksızdır. Gerek genetik kodlanmalar, gerekse kültürel yaşantılar, böyle öğretmiştir bireye. Kaldı ki, anne de o kodlama ve yaşantılardan yeterince nasiplenmiş olacağı için, yetişkin bir erkeğe bu anlamda bir güven kaynağı olması olanaksızdır.Bunları, Çalgın iklimindeki şiirlerin yarattığı olası yaşantıları kurgulayarak, kendi kültürel deneyimlerimin oluşturduğu hafızaya dayanarak söylüyorum. Elbette ki farklı yaşantılar, kültürler, farklı yapılanmalara yol açabilir.

“Kimse bir kitap yazmayacak annem hakkında” (s.79), dizesini ilk okumamda, gerçekte Çalgın’ın anneye yazılan ‘o kitap’ olduğunu düşünmüştüm. Düşüncem değişmedi, ama; okumalarımın sonunda, Kayıran’ın, “yazgısı ile mücadele eden anneye” ithafı ile yazdığı Çalgın’ın, annesinden çok babasına yazılmış olduğu hissine kapıldım. Belki de sadece bir vehimdir benimki. Kim bilir?..
Yazının başlarında belirttiğim gibi: bu yazı, benim okur olarak Çalgın’ı anlama, açımlama çabam olarak görülmeli. Doğaldır ki söz konusu açımlama, yine benim kişisel bilinç-yaşam deneyimlerimle sınırlanmıştır. Yani; okumam sonunda vardığım yer, Çalgın’ın şairi Yücel Kayıran’ın değil, okur Çiğdem Sezer’in vardığı yer olmuştur.

Yazı boyunca yapmaya çalıştığım, Çalgın’daki şiirleri anne/ baba/ çocuk/ yetişkin ilişkisinden-ilişkisizliğinden yola çıkarak okumak, buna dair imgelerin vardığı-vardırdığı yeri görmeye çalışmak olmuştur. Aynı şiirler, ideolojik, dinsel vb. imgelerin, motiflerin açımlanması ile de okunabilir elbette.

Sonuç ; bu yazı, sunulan şiiri okuma özgürlüğüme müdahaleyi reddedişimden yola çıkarak yazılmıştır. Kayıran’ın, şiirin psikolojinin terimleri ile okunmasına karşı duruşundaki kaygı,imgenin , bilimsel disiplinin katılığı için de sınırlanacağını düşünüyor olması, olsa gerek. Ben biraz daha ileri gidip, nesnel eleştiri yöntemleri ile yapılan akademik şiir incelemelerini de eksik –bütün akademik donanımlarına karşın- bulduğumu söyleyebilirim. Ne ki, böyle düşünüyor olmamız, şiirin şu ya da bu yöntemle okunmasına karşı duracağımız anlamına gelmemeli. Sorun, herhangi bir disiplinin edebi okumalara eşlik edip etmemesi değil, okunan metnin göndermelerini o disiplinle sınırlamak olsa gerek. Bu da, yanlış değil, olsa olsa eksik okuma olur. Hem, şiir söz konusu olduğunda, hangi okuma eksik değildir ki! Belki de şiir, olası tüm okurlarına ulaşıp, onlar tarafından okunup açımlandıktan sonra buluyordur anlamını. Ve o olası okurlardan birisi, on yıllar sonra dünyaya gelecektir. Öyleyse…Biz şiir okumaya bakalım.

*Ben’den Önce Tufan, Yusuf Eradam, İmge Kitabevi yayınları,1997
**Ve Yaralarım Aşktandır, Furuğ Ferruhzad, Öteki Yayınevi, 1999
***Çalgın, ,Yücel Kayıran, Metis Yayınları, 2006

Betül Tarıman Çiğdem Sezer'in Şiiri Üzerine



BETÜL TARIMAN

ÇİĞDEM SEZER ŞİİRİNDE

ACIYA VE KENDİNE YÖNELİMLER ODAĞINDA

EV KADIN VE DÜNYA HALLERİ

Oya Batum Menteşe, “Erkek merkezli görüşlerin erkek – egemen toplumlar içinde üretildiği” ni söyler , Toplumsal Kimlik ve Kadın Yazarlığı”* başlıklı yazısında ve ekler: “Erkek – egemen ifadesi, bilindiği gibi, erkeğin çıkar ve ilgi alanlarının kadının çıkar ve ilgi alanlarından öncelikli sayıldığı toplumlara ve o toplumlardaki güç ilişkilerine verilen addır. Erkek – egemenlik bir güç ilişkisidir ve gücünü cinsler arası biyolojik farklılıklara verilen sosyokültürel anlamlardan alır. Bu görüş çerçevesinde üstün olan cins erkektir, bu nedenle kadın, erkek ‘norm’ alınarak ona göre ve göreceli olarak tanımlanır.”


Erkeğin üstün olduğu toplumda, elbette ki alınacak çok yol vardır. Çünkü hemen hemen her şey ( buna medya ve ev içi halleri dahil ) erkeğin arzularına hizmet eder. Bu bağlamda, kadın, binlerce yıldır kendine çıkış yolları arar. Bu arayış, geçmişe göre bugün oldukça ivme kazanmış durumdadır; 80’lerin suskun, iç benine dönük kadının yerini, 90’larda konuşkan bir kadına bıraktığına tanık oluruz. Bu kadın, kendini evden sokağa, sokaktan meydanlara taşımıştır. Kadının yaşam içine çekilmesinde, 90’larda değişen ekonomik koşulların kuşkusuz büyük payı vardır. Bu koşullar ona yaşam içinde farklı bir alan açmıştır.


Ekonomik ve sosyal koşulların açtığı bu alana karşın, kadının kendini, eril topluma ‘kabul ettirmesi’ kaçınılmaz bir gereklilik olarak karşımızdadır. Gerek söylemlerinde gerekse vücut dillerinde gözlemlenen genellikle budur. Yine de zaman içerisinde bu durumda, gittikçe göze çarpan bir iyileşme de söz konusudur.


Daha öncelerde belki kendilerine uygulanan kota sebebiyle edebiyat dergilerinde yer alan kadınlar, zaman içerisinde bu kotadan yararlanmama durumunu seçerler. ( Her ne kadar bu durum şimdilerde de bazı erkek ve kadın şairler için geçerli olsa da...) Kimi kez de hazırlanan yıllıklarda nerdeyse kişisel hesaplaşmalar yüzünden kendilerine yer bulamazlar. Buldularsa da bu sayının, erkeklerle oranlandığında, oldukça az olduğu görülür. Yıllıklar çoğu zaman, hazırlayıcısının beğenisi ile sınırlı kalsa da, geneli yansıtmakta rol oynarlar kuşkusuz. Geçmiş yıllarda yayımlanan yıllıkların bazılarında, şairlerin cinsiyet dağılımına bakacak olursak, durum daha anlaşılır olacaktır :


1995 Adam Sanat Şiir Yıllığı, ( Haz. M.H. Doğan) 131 erkek – 9 kadın
1998 Şiir Coğrafyamız.( Haz. Osman Bolulu) 182 erkek 25 kadın
(HANGİ YIL)E Şiir Yıllığı ( Haz. Veysel Çolak.) 126 erkek 18 kadın
2007 YKY Şiir Yıllığı, Hazırlayan Baki Asiltürk 100 erkek- 14 kadın
2007 Şiir Defteri ( Haz. Şeref Bilsel – Cenk Gündoğdu ) 122 erkek – 24 kadın

Görünen o ki, kadın, çeşitli sebeplerden dolayı yıllıklarda kendine yer bulamamış. Hayatın çeşitli alanlarında binlerce yıllık yalnızlığa itilen kadın için durum, edebiyat alanında da fazla değişmemiş görünüyor. Şair kadın sayısındaki bu düşük oran, sadece edebiyat alanının sorunu olmayıp, toplumsal koşullarla da ilintilidir kuşkusuz.


Tam da bu noktada, değişen toplum yapısı ile birlikte, kadına atfedilen rollerde de bir değişiklik olduğu akla gelebilir. Yazının girişinde andığım ekonomik koşullar, tüketim toplumunun dayatmaları, kadının ev içi halleriyle sınırlı olduğu yaşam biçimini etkilemiş, bireysel varoluş kaygıları ile ilgisi olmayan bir dışa açılım olanağı sunulmuştur kadına; çünkü para kazanabilir, kazanmalıdır! Ancak, bu dışa açılım, para kazanma, giderek yüksek öğrenimden yararlanma oranının artışı, iş yaşamındaki kadın sayısındaki çoğalma, kadının ev içi rollerinde bir azalma sağlanmadığından, bedensel ve ruhsal yıpranma sürecini de hızlandırmıştır. Bunca yıpranmaya karşın, denilebilir ki kadın, kendine açılan alanı olabildiğince değerlendirip sızmıştır yaşamın içine; hiç değilse edebiyat alanında durum budur.


Sözü burada, koşulların bunca olumsuzluğuna karşın kendini var edebilmiş şair kadınlarımızdan birine, Çiğdem Sezer’e getirmek istiyorum . Gürhan Uçkan, şöyle diyor “Çiğdem Sezer ve Şiiri” başlıklı yazısında**: …usta işi ve düşündürücü…/ ilerisi için umutlandım; hayır, yalnızca ozanın ilerisi değil, şiirimizin geleceği için. Kadın ozan, erkek ozan; bilmem ne kuşağı tartışmalarına girmeden, düpedüz kalıcı ve basma kalıplıktan uzak şiirlerin yazılabildiğini bir kez daha görmüş olduğum için.” Uçkan, adı geçen yazıda ozanın şiir yürüyüşünde “tuttuğu tertemiz yol” dan da söz ediyor. Bu saptamalar, Sezer’in şiire bakışının da ip uçlarıdır aslında. Pek çok söyleşisinde “şiiri bir statü aracı değil, bir hâl, bir oluş” olarak gördüğünü söyler, Sezer de; bu görüştür ki onu kısır tartışmalardan, mevzi yarışlarından uzak tutar ve şiire odaklar.


Çiğdem Sezer’in, ilk şiir kitabı Kanadı Atlas Kuşlar 1991 yılında yayınlanmış. Bunu izleyen diğer kitapları; Çılgın Su( 1993), Kapalı Gişe Hüzünler ( 1996 ), Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından( 1998 ), Dünya Tutulması. ( 2005 ) izlemiş. (Bundan sonra kitap adları kısaltılarak verilecektir.)
80’lerin kadını, ev içi ve dışında kendini var etmeye çalışsa da, çabası sadece bir fısıltı olarak duyulacaktır. 90’larla birlikte şiirde, sözcüklerle sevişen, hatta “ sözcüklerin metresi” olmuş kadın tipi ortaya çıkacaktır. Bu kadın, 12 Eylül darbesinin yarattığı bir kadın tipi olsa da, erkeğin yarattığı yaşam alanında kendini var etme çabası verir. İşte biz tam da bu noktada, bu yazı ile “ Çiğdem Sezer Şiirinde Acıya ve Kendine Yönelimler Odağında Ev Kadın ve Dünya Halleri” ni irdelemeye çalışacağız. Daha çok da belki, evden sokağa, sokaktan, dünyaya açılmanın hallerini…


Şiirlerinde, daha çok anne, ölüm, yalnızlık, ev, oda, yara, savaş, dünya temalarını işleyen, Çiğdem Sezer’in K.A.K adlı kitabına baktığımızda, Sesim İçimde Ağrı adlı şiirinde, bir kadınlık hali ile karşılaşırız. Bu, okuyana acı veren bir kadınlık halidir. Bireysel gibi görünse de, gerçekte toplumsal bir acıyı imlemektedir şiirdeki kadının varoluş biçimi.Duyguların ifade edilmediği ev içlerinde, iki beden de birbirine yabancıdır. Zoraki bir sevişme sahnesi tasvir edilir. Sevişme tenden öteye geçemez. “ karanlığı küf kokan bir gece / yolculuğum / tenimden öteye gitmeyen sevişmeler / üşütürken saatleri” Ama daha öncesi vardır bunun. Önce bakir, sonra da genç kız olunacaktır.. Ardından hayatın her alanında boy gösterecektir kadın. Sonra da, daha kendini bilmeden, belki de birilerinin isteğiyle evlenecek, evlendirilecektir. Gelin Ağıdı , işte bu türden bir şiirdir: “ sevincim bir gelin döşeğinde uyur / on dört yaşım / saçım belime dek sırma / iki yorgan üç tencere çeyizim / başlığım iki kol Trabzon burma / gelin girdin kefenle çık / er sözü kulağımda küpe / kefen gibi taşıdım otuz küsur yıl”


Egemen görüşün kadına biçtiği rol, ona her daim hatırlatılır. Mutsuz bir evliliğin, her ne pahasına olursa olsun sürmesi gerektiği öğütlenir. O da bunları, kulağına küpe gibi takmıştır nasılsa. Yalnızlığına itilir. Yine de, bir sevişme sahnesi olmazsa olmaz. O da, güler bir yüzün, kadının kapısına uğradığı vakitlerdir belki. Sezer, Nisan adlı şiirinde şöyle der: “ musluğu gece boyu açık kurnalar / bir yemişin şehvetiyle yıkandığımız / sularda karışır iki karanlık”


K.G.H adlı kitabına baktığımızda ise, yalnızlık, ev, aşk ve dünya hallerinin Sezer’deki yansımasına tanık oluruz. Çünkü o, 12 Eylül’ü görmüş, darbelere tanık olmuş, çevresinde gelişen savaşlara içten içe üzülmüş, acılı bir coğrafyanın kızıdır. Kendine, kendinden çıkıp anneye oradan da dünyaya, dünya meselelerine gider. Yaşlanan dünya, bir yalnızlar oratoryosuna benzer. O da, bu oratoryonun kahramanıdır. Ya da dünya bir sinemadır da hüzün, bu sinemada kapalı gişe oynamaktadır. Artık K.G.H’ler de evden sokağa çıkılmış, K.A.K’larda öncelenen yanlış evlilikler, mutsuzluk, K.G.H’ de, öznenin bir mutluluk, aşk arayışı içinde olduğunu bize göstermektedir. Hüzün Matinesi adlı şiirinde, şu dizeleri yazar şair; “ yalnızlığın yatak odası: / hüzün maskeleri biriktirdim yıllarca / aynaydı yüzüme kararan su, camları sildim / ovdum pervazları, yağmur hiç susmadı” Ve kadınların sesi tek bir ses halinde duyuluyordur artık; hicazkârda tutsaktırlar. Tutsak edense, yine bir erkektir. “Cesaret Sayın Bayım” adlı şiirine bakıldıkta, eril olanı şu dizeleri ile tanımlar; “ çünkü siz sayın bayım, eğik bir çizgideydiniz / öldürenle doğuran arasında, ah ne tuhaf / bir durumdan diğerine geçerkenki haliniz”. Burada, küçük bir değinmeyle de olsa, erkeğin, doğuran ve öldüren; anne ve sevgili arasındaki sıkışmışlığını da işaret eder Sezer. “bir durumdan diğerine” yani anneye oğul olmaktan, sevgiliye erkek olmaya geçişte yaşanan tuhaflığı gösterir okura. Erkeğin, erk-iktidar tutkusunun ardında yatan trajediyi, belki de…

Cinsiyet rollerini bunca sorgulayan Sezer’in şiirine bakıldıkta, onda annelik ve kadınlık hissinin azalmadığına, hatta koruyucu bir anne olduğuna dair işaretlerin varlığına tanık oluruz. İster istemez, belki de içgüdüsel olarak, dönüş yine evedir. Evde çocuk vardır. Çocuk bakılmak, ilgilenilmek ister. Bunu da yapacak kadındır. Çocuk, korunabildiği kadar korunur nasılsa, ama belki de kız çocuklar daha fazla korunma güdüsüyle sarılıp sarmalanırlar. “ sokak çocuk ve aşk / koruyup biriktirdiğimiz kadardır” Eril olana yönelik dizeler, bu kadarla da bitmez. Çünkü bizlere öğretilmiş olan tanrı erkektir. Kimi kez bıyıkları vardır. Ya da babadır. K.G.H’ler adlı kitabındaki, Mektup adlı şiirine bakıldığında, bu görülebilir. “ öjelerime kızdı gök baba. Yer anne kücücüktü / bahçe duvarına kaçtım”


Sezer, artık sokaktadır; ama bir ayağı ev içindedir. B.Ş.H.F adlı kitabında onu şehrin içinde dolaşırken görürüz. Bu yağmurlu şehir, çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği Trabzon’dur. Aşkın, aşk hallerinin yoğun olarak hissedildiği bir kitaptır B.Ş.H.F. Burada, acıya ve kendine yönelse de, bir yanı hep şehrin içindedir. Tülden ayakları ile şehri gezer, dolaşır. Anılar yumağını, sevgilileri hep içinde taşır. Adresi Köz Olana adlı şiirinde, suskunluğunu vurgular. Bu, bir kadının yağmur öncesi suskunluğudur. Susar, çok uzun susar ama ya sonrası? “ doğrudur suskun ve vahşi olduğum / sular kabardığında bir hayvan gibi / dönüp durduğum, çemberin etrafında”


Doğu’nun gizemli havasına, çöl, kum ve töre cinayetlerine karşın, kadın için durum batıda da çok farklı değildir. Doğudaki çarşaf ve peçe, yerini batıda ipeğe bırakmıştır. Leyla ile Slyvia Plath bir anlamda özdeşleştirilir: “… geceler uzuyor / ipek bir kilot onarıyordu sylvia / üstüne dikip yaşamı/ bir başka yüzü aramak için zifiri karanlıkta”. Şehrin içinde gezmeye devam edilir. Gezilirken, göze çarpan şeylerden bir tanesi de, kadının binlerce yıldır hazine gibi sakladığı kızlığıdır. İyi Huylu Kitaplar Rafından adlı şiirinde yer alan dizeleriyle Sezer, güle bir takım anlamlar yükler. Onu kişileştirir. Gülün rengi ile kadının ay hali durumunu özdeşleştirir. “ o büyük şarkının. o eşsiz / çağıltının gövdeme açtığı yara / irin çoğaltmada. hâlâ / ihanet / kefaret / kan / akıyor / kızlığını kaybetmiş gül çığlığından” Bazen de kenti gezerken, fosforlu bir fahişenin yerine kendini koyar.; Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından adlı şiirinde. “ şehir der, gizimdir / ateşin ardında bıraktığı köz / ben fosforlu fahişe / kaç çağ artığı / diş izi, kan lekesi / saten çarşaf hiç çekilmemiş fotoğrafta / hep melek kalmak” der.


Muhsin Şener, B.Ş.H.F. adlı yazısında***, Sezer’in şiirindeki çok anlamlılıktan, sesin önemli bir yapı taşı olduğundan söz ederek şunu söylüyor: “..sözcüklere hem yeni bir dil olma bilinci vermek hem de o bilinci hiç bozmadan derinliklerdeki anlam katmanlarını içermesini sağlamak, bir yandan da ona bir büyü kazandırmak…Sezer bunu başarıyor.”


D.T’na baktığımız zamansa, meselelerin Sezer’in şiirine iyice yerleştiğine tanık oluruz. Artık ev içi hallerini dünya halleri ile bütünleştirme sürecini tamamlamış bir şiirdir karşımızdaki. Kendini ve yarasını açık eden Sezer, kendine biçim vermeye çalışan hayata rağmen ayakta kalmayı başarır. Ölüm izleği çoğu şiirinde geçse de, hayatın güzelliğini bilir. Kendini ırmağın suyuna, boynuna bağladığı taşların ağırlığınca bırakan Virginia Woolf örneğinde olduğu gibi, intihar etmeyi düşünmez. İçinde hep umut vardır. Umutsuzluk bir anlamda hayattan umut kesmektir. Ben Seninle Beyaz adlı şiirine bakıldıkta bu şu dizelerle göze çarpar: “ ölünün gövdesi acıdı ağırlanmaktan / acıdı avuçları yeryüzünün / kapladığı boşluktan / ben seninle beyaz / bir gemiye bindimdi / çırpınıp dururken iki su kuşu / gökyüzünün ayakları denize değiyordu”


Bu kitaptaki ölüm izleği, diğerlerinde olduğu gibi varoluşsal bir sorunsalın irdelenmesinden öte, bir somutluk edinir; Sezer, 1999 depremini yaşamış, o felâketin çok yönlü yıkımına tanık olmuştur. D.T. ‘nda yer alan “Yaslı Ova” şiiri; depremi yaşadığı Adapazarı’na “verdiği her şey için”, ifadesiyle; “Yağmur Yağıyor Gibi Ölüyorsun” adlı şiirse, “giderken götürdüğü onca güzellik için, Elvan’a” ithaf edilmiş şiirlerdir.


Arka oda ve yoksanmışlık halinin sürüp gittiği ev, bazen bir uçurum olsa da, Sezer’in şiirinde kadın, bunca yoksanmışlığına karşın, yalnızca ev içinde değil, dışarıda da vardır; dünya meselelerinin içinde. Bu, ben’ini dışlayarak değil, ben’ini de içine alan bir dışa açılmadır.Konuşmayan insanlar, paylaşımsızlık, evi içten içe çürütse de, Çiğdem Sezer kendini Esra Zeynep’in ifadesiyle “ iyi aile evleri” ne kaçırmaz. Kaldığı, tam da hayatın ortasıdır. Gözleri Bağlı Güller adlı şiirine bakıldıkta, şu dizeler göze çarpar; “ sanki ev kendini yutuyor / sanki kuyu / içmiş kendi suyunu / ev bize bakıyor / kuyu çatlıyor yalnızlığından / kuyunun yalnızlığı üstümüze akıyor”. Evler değişir ama çoğunlukla yaşantılar değişmez. “ şimdi başkalarının oturduğu / evlerdeyiz. Birer balkon / birer eşik olmaya / yeraltından yaralarımızla / şimdi başkalarının oturduğu / evlerde oda olmaya” Tam da bu noktada, Metin Celal’in konu ile ilintili şu sözleri akla gelebilir: “ yine de yukarıda iki dizesini alıntıladığım Perihan Mağden’in “ Kaçtığım İyi Aile Evleridir” ya da “ Mutfak Kazaları” gibi şiirler ( nedense) bekliyorum kadın şairlerden. Süheyla Taşçıer’in erkek egemen dille kurduğu “ erotik şiirler”inin karşıtlarını bekliyorum, arıyorum. 80’li yılların kadın şairlerinin en ilginç özelliklerinden biri olan evrensellik onları yerel olandan daha çok çekiyor. Aşk, cinsellik, gündelik hayat, kadın – erkek ilişkileri, erkek egemen söylem ve iktidar yapısı gibi şeylerle uğraşmaktansa daha “ulvi”, daha imgesel olanı tercih ediyorlar. Evet, bu da bir tercihtir ve bu açıdan eleştirilebileceklerini sanmıyorum. Çünkü güzel, değişik, kendine has şiirler yazıyorlar ve şiirleri ile var oluyorlar, kadınlıklarıyla değil önemli olan da bu.” *** demesine katılıyorum ama değişen toplumsal gerçeklikle birlikte, rollerin eşitlendiğini, kadından, kadın özneden beklenilen bir takım şeylerin, kadınlıkları ile sınırlı tutulmaması gerektiğini düşünerek. Çünkü burada, erkek şairlerin, cinsiyetlerini ne kadar şiire yansıttıkları sorusu akla gelebiliyor. Özellikle 90’lara bakıldığında, erkek şairlerin şiirlerinde, 70’li yılların erkek şairlerine oranla kendilerini eril söylemden kurtardıklarını, bu anlamda, büyük gelişme kaydettiklerini söyleyerek. Çünkü bugün, bu söylem, erkekler tarafından da büyük ölçüde kırılmıştır.


Sezer, diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabı D.T’nda da egemene karşı tavır geliştirmiş, durumu işaret etmiştir adeta. Erkek çocukların evden, kız çocuklardan önce çıkması, annenin kız çocuklarına karşın korumacı ( ki buradaki koruma, çoğu kez mahrum bırakma ile eş anlamlıdır) bir tavır geliştirilmesi onu derinden yaralar ve yaraya adeta parmak basar, Vebal adlı şiirindeki şu dizeleriyle; “ oğlanlar sokağa çıkardı / kızlar bahçeye kadar / rahminden düşen asit damlası / kimin boynuna vebal”


Yara hep vardır, hem de hiç kapanmamacasına. Zeynep Uzunbay’ın. “ Şiirlerinde müthiş bir bunaltı var, ümit kaçamakları da yok değil, ama çabuk sönüyor. Sönüp gitmenin, ölmenin, zulmün, yaranın tadına bakıyorsun, ağlamıyorsun da. ben yaramı sevdim, diyorsun Mahrem Yara’da.” diye sorduğu soruya şu şekilde cevap verir; “Bayılıyorum bu yargılara! ‘ Şiirinde müthiş bir bunaltı var’ dedin ya, izin ver sözlük karıştırayım biraz. Bunaltı; sıkıntı, iç sıkıntısı. Böyle diyor sözlük. Hepsi bu mu yani? İç sıkıntım olmasa şiir niye? Sıkıntıya çare olsun diye değil, senin ‘ümit kaçamağı’ dediğinin farkına varabilmek için belki.”


Ve yarasını sever. “ ben yaramı çok sevdim” der. Onda yara sevilmek için vardır çünkü. Bu, “yarası olmayanın çaresi de olmayacağı” anlayışından yola çıkmış bir sevme halidir elbette. Gökyüzü, yağmur ve bulut Sezer şiirinin diğer izlekleridir. Yağmurla, bulutla, gökyüzü ile sevişilir adeta. Su, yaşamın ilk oluş anına, kirlenmemişliğe, doğal olana, insani olana gönderme yapar. Dünyanın kirletilmişliğinden arınma isteği belki de…Bu izlekleri içeren dizelerden yalnızca birkaçı şunlardır:“ seni denize ödünç verdimse / söyleyip yağmurun diliyle”, “ bekleyen adacıklar gibi / karanlık sularını ışıtıp”, “sabaha karşı dedimdi / yasak sularda uzak dağlarda”, “kalbimi ağır akışlı bir suya bırakarak”


Sezer, baştan beri muhalif tavrını da sürdürür.. İkinci kitabı Çılgın Su’da, yer alan şu dizeler, bunu en iyi şekilde somutlar: “ benimle böyle seviş hayat / kendime muhalif dizeyim” Durup, “ sen şimdi bu dünyayı / tut bir ucundan havalandır” der. Çünkü dünya kirlenmiştir, nefes alacak tek yeri kalmamıştır. Savaşlar, köşe dönmecilik alıp başını yürümüştür. Ya da ikiz kuleler faciasına göndermeler yapılır. “ yataklarda bir kez daha / ikiz kulelerin tozuyla, sevişmesiz uyanırken Burka” Yine D.T ‘de yer alan Burka adlı şiirde, dünya ve Türkiye gerçeğine göndermeler yapılır yeniden. “ kurtlar uluyor Burka / koynundaki oğul koca oluyor / kabil ve Kandahar ve incirlik / ve new york Burka / kasıklarında geziyor”


D.T adlı kitapta nerdeyse dünya ya da yerküre adının geçmediği şiir yok gibidir. “ bu saatte yerküre / iç bulantısı gibi dönmekte”, “ bu saatte dünya / kocaman bir göz akı karasına”, “ kaç hayattır burada oturuyorum / hem dünyalı hem değil”, “ sıradan şeyler olup bitiyor, dünyanın / her yerinde”, “ dünyayı avucumdaki kesikten bildim”, “ dünya mağara / büyük zaman tapınağında”


Sezer, ilk kitabı K.A.K’dan, son kitabı D.T’na kadar geçirdiği süreç içerisinde, kendini evden sokağa, sokaktan meydanlara taşımış, kendine biçim vermeye çalışan eril dünyaya, inatla karşı durmuştur. Bu karşı duruş içerisinde, yanında şiirin kız kardeşleri de vardır. Çünkü alınacak yol uzun ve çetindir. Ve Sezer’in şiire atfettiği “hâl”, “oluş” kavramları, iktidarı değil kardeşliği içerir. Haydar Ergülen “adı güzel, derdi güzel, içi güzel” dediği ve “imkansızlığın şiiri” diye nitelediği D.T’ndaki şiirlerin bir “halsizlik hali” olduğunu söyledikten sonra ekliyor: “Sezer bu halsizliği bir güce, bir gösteriye dönüştürmeme başarısını, erdemini de tüm şiirinde gösteriyor ki büyük harfli şiir-iktidar tartışmasına hiç girmeden şiirin iktidarla en küçük bir alışverişi olamayacağını da sessizce beyan ediyor.”****

Bu beyan ediş; has şiire giden yolun kilometre taşlarını da imliyor aslında; insanı ve insani olanı içeren, acıyı ve yarayı olduğu kadar, dünyanın iyilik hallerini de –aşk, kardeşlik, arkadaşlık.- kendinde saklayan, sunan, çoğalan ve çoğaltan kilometre taşları; sözcükler…
Sanırım son söz bu olmalı; sözcüklerle sevişen bir şair, Çiğdem Sezer….



*Oya Batum Menteşe, Toplumsal Kimlik ve Kadın Yazarlığı, s. 3, Varlık, Mart 2002
**Gürhan Uçkan, Varlık Dergisi, Ağustos 1999
***Muhsin Şener,Varlık Dergisi, Temmuz 2001,
****Metin Celal, Yeni Türk Şiiri, 80’li Yılların Kadın Şairleri Üzerine Dağınık Düşünceler, Çizgi Yay. Mart 1999
*****Haydar Ergülen,Radikal Kitap,26 Ocak 2007


Sezer, Çiğdem. Kanadı Atlas Kuşlar. İstanbul: Kerem Yayınları, 1991.
--. Çılgın Su. İstanbul: Dünya Kitap, 1993.
--. Kapalı Gişe Hüzünler. Ankara: Karşı Yayınları, 1996
--. Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından. İstanbul: Hera Yayınları, 1998.
--. Dünya Tutulması. İstanbul: Yom Yayınları, 2005.

Söyleşi :İbrahim Dizman



ÇİĞDEM SEZER’LE 2006 CEYHUN ATUF KANSU ŞİİR ÖDÜLÜNÜ ALAN YAPITI

“DÜNYA TUTULMASI” ÜZERİNE..

*** Yom Yayınları’nca okura sunulan “Dünya Tutulması” adlı şiir kitabınla 2006 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülünü aldın. Bu kitaptaki şiirlerde de, öncekiler gibi derinden bir kederin akışı var. Keder senin şiirine yakışıyor diyebilir miyiz?

Benim dünyaya yakışıp yakışmadığımı bilmek gibi bu. Var’ım işte, buradayım. Kim yakıştırmışsa...Şiir, içimdeki bir şey, keder de. Dünyayla bir derdi olanın uğraşı değil midir şiir? Öyleyse... Hani, varoluşcular, insanın ancak sıkıntıyı/ kederi duymakla varolabileceğini söyler ya, bir anlamda katıldığımı söyleyebilirim buna. Ama hiçliğe varacak bir durum olarak algılamıyorum bunu.

*** Bir şiirinde “kırk kapı kırk kez üzerime kapalı” diyorsun. İnsanlık hallerini anlatmayı seviyorsun şiirinde. Hangi kapılar kapalı yüzyılımızın insanına?

İnsanlık hallerini anlatmayı sevmekten çok, anlamaya çalışıyorum. Ancak bu çaba götürebilir beni insana, götürebilirse. Başkaları adına söz söylemek mucize gibi geliyor bana; kendimdeki ben’i bile çözememişken, başka insana, öteki’ne dair ne söyleyebilirim? Ben, bana kapalı kapıları bilirim ancak. Başkalarının başka kapıları vardır, açılır belki, bilemem. Kimilerinin maymuncuğu bile olabilir. Kendime benzeyeni biraz tanıyabilirim ancak. Yarası yarama, kederi kederime benzeyeni. Kimdir o, onlar, bunu da bilemem.Şiirin vazgeçilmezliği bu bilinmezliğindedir belki, çözülmezliğinde. Aşk gibi, Ölüm gibi. Kavuşunca bitermiş ya aşk; ölüm gelince de biz bilmeyiz, öyle bir şey şiir de. ‘Tamamına ermek’ olanaksız. Bulamayacağımı bile bile ararım o tam’ı, ararız. İşte bu arayışta görürüm kapalı kırk kapıyı; evlerin yorgun, eşiklerin yalnız, avluların kederli olduğu zamanları. Bu şiirin sonunda bir el açar kapıları, düzenler evi, avluyu, eşiği, yine de dünyanın gözlerine bakmaktan korkar güller.
Demem o ki, kapatan da insandır kapıyı, açan da. Kimse kimsenin kapısını açamaz. Açarsa, ancak konuk olunur o kapının ardına. Asla senin olmaz o ev, o eşik, o avlu, o kuyu, o dünya. Kendiyle, dünyayla yüzleşemeyen insanın kapattığı kapılar var. Kurgulanmış sanal yaşamlar sürüyor oralarda. Ben de onlardan biriyim; kimse masum değil bu anlamda. Ama önemli bir fark var elbette; farkındalık ve çaba.Az önce sözünü ettiğimiz keder, bu farkındalığın armağanı değil midir? Burada, dünyada olma hali; kapalı kapıları, geceleri bile maskesiz dolaşamayan ruhları, ruhsuzları görmenin, bilmenin, aralarında, içlerinde olmanın, onlardan biri olmanın belki de, armağanı değil midir o keder?...

***Sevinçli şiirlerini de göz ardı etmemek gerek: “uğuldayan çarşı kalabalığından / çıkageldin, sevindim/ şarkılar seçtim kendime senden/ su sesleri terlik sesleri günlerden...” Uysal, evcil bir sevinç bu. O yırtıcı kederle uysal sevinci şiirinde buluşturman bilinçli bir seçim mi?

Denge...Modern bireyin en büyük çelişkisi. Hele bir de kadınsa!. Modern sözcüğünü yaygın içeriği ile kullanıyorum; yoksa kendimi o kavrama konumlandırdığımdan değil.

*** Bu, kavramın dışında kaldığın anlamına mı geliyor?

Hayır, bir şekilde içindeyiz. Bundan yakındığımı söylemeyeceğim.Ama benim bu modern zamanlarla pek uyuşmayan ‘eski’ bir yanım var galiba. Yitirmek istemediğim bir yanım. Günümüzde kadın olmak, sosyal yaşamın içinde kalmak, anne olmak, yazmak..Böyle bakınca, tek bir bireyin taşıyamayacağı kadar ağır geliyor hayat. Dahası, yük olmaya başlıyor.O zaman, ‘denge’ diyorsunuz, bütün bunları yapabilmek, hayatı yük olmaktan çıkarıp, size ait kılmak. Yeni bir hayat ol’durmak yani. Bu ‘yeni hayat’ çabası, kedere de, sevince de aşinadır, olmalıdır. Verdiğin örnekten daha sevinçli şiirlerim de vardır: sevgilim/ çıplak sesim / hoş geldin / dar avluya, iç kapıya / seninle ikindi serinliği /mürekkep lekesi / sıkışık odalara yayılan damla / nasıl da şen şakrak şimdi / şu kırk yıllık küs ortanca.
O sevgili, o çıplak ses, o sevinç; biri, bir ses, bir koku, bir ışık, bir anımsama, bir unutuş, bir bağışlama...Kim bilir? Tam boğulacakken, seni suyun yüzüne çıkarıveren bir güç. O anları kaçırsa insan, boğulmalarda kalır; su çekilse bile, onca zaman su altında kalmanın kederi boğar insanı. Bu yüzden ‘yırtıcı keder’ ve ‘uysal sevinç’ .Bilinçli bir seçim mi, bilmiyorum.Yazma anında ne denli bilinçliyse şiir, seçimim de o kadar bilinçli olabilir ancak. Bana kalsa, kendiliğinden bir tercih, derim. Hücrelerimin bana sorma gereği duymaksızın tercih ettiği bir ‘doğru’.

*** En başından beri yakından izlediğim şiir serüveninde imge, hep yol göstericin olmuştur. Yaşamın içinden, duru, anlaşılır ama çarpıcı imgelerle ördün hep şiirini. Bu yapıtında da böyle. Son yıllarda kapalı, anlaşılmazlığı amaçlayan “imge”lerle yazılan şiirleri nasıl değerlendiriyorsun?

Ne olur bana değerlendirme soruları sorma. Mütevazı görünme çabası filan değil; doğru gelmiyor bana bunu yapmak. Elbette birileri yapacak bu işi, yapmalı, ama o, ben olmamalıyım. Ben yalnızca kendi serüvenimden yola çıkabilirim. Bu anlamda imge konusunda söylediklerini onaylıyor, böyle düşündüğün için de seviniyorum. Çünkü yapmak istediğim bu; imgeyi gözardı etmeden, bu arada da şiiri düğüm düğüm olmuş çamaşır ipine çevirmeden yazmak. Bunu, şiirimi anlaşılır kılma çabası ile yapıyor değilim; bu da kendiliğinden bir oluş. Bir ara sözcüklerle ‘oynadığım’, imgeyi kapattıkça kapattığım gibi. Böyle bir dönemim oldu. Nedenlerini biliyorum, ama bu nedenleri genellemek doğru değil. Şiire dair olanın genellenmesi, şiirin özüne ters, öncelikle. Dediğim gibi, ben kendi serüvenime bakabilirim ancak, oradan konuşurum. O serüvende bir dönem hayatla tam yüz yüze gelmiştik, ikimiz de çırılçıplak. Gel hadi, diyordu hayat, gel ve hesaplaş benimle. Yapamazdım; sorunları biliyordum, çözümsüzlükleri de. Ama hiçbir şey yapamamak da bana göre değildi. Yıkmak, parçalamak arzusu...Yapamıyorsunuz. İşte o zaman, kelimenin tam anlamıyla saklandım sözcüklere. İçimdeki öfkeyi kustum. Sonra bitti. Başka çözümler üretebileceğimi öğrendim belki de. O zaman bıraktım sözcüklerle oynamayı. Aslında iyi bir deneyim oldu; şiirin ben’den, bireyden fazla olduğunu, olması gerektiğini, bu anlamda şimdi’yle sınırlanmaması gerektiğini öğretti bana o dönem. Çoğu zaman , hayat şimdi’den şu an’dan ibaretmiş gibi yaparız. Şimdi /şu an önemlidir elbette, bütüne aittir; ama bir yandan da bütün şimdi’ler, ‘önce’ olmaya yazgılıdır. Öyleyse, şimdi’nin öfkesini, sonra’nın sevincine hazırlayabilmeli. İmgenin bendeki oluşumudur bu, şiirime yansıması. Anlaşılmazlığı amaçlamaksa başkasının sorunu, benim değil. Gerçek, çok katmanlı bir yapı; orada amaçsızlığı amaçlayana da yer var.


***Son on yıldır diyelim, düzyazı, roman ve öykü edebiyatın tahtına oturmuş gibi görünüyor. Şiir, yaşadığımız hayatı karşılayamıyor mu artık?

Son cümleni tersinden söylesek ne dersin? “ Yaşadığımız hayat, şiiri karşılayamıyor mu artık?”
Çok bildik sözler söylenebilir bu konuda; az önce konuştuğumuz kapalılık, anlaşılmazlık, okuma eksikliği, sosyo kültürel politikalar... Ama bazı toplumsal olaylarla çakışması dışında, hangi zaman ve coğrafyada, şiir hayatla diz dize oturmuş ki! Sorunu ciddi anlamda yanıtlayabilmek için, son on yılın toplumsal yapısını doğru çözümlemek, yorumlamak gerek. Tahta oturan, edebi metinler mi, edebiyat dışı metinler mi? Kolay tüketilen metinleri seçiyor insanlar. Bu da aldatıcı rakamlar çıkarıyor ortaya. Şiire gelince, göl değil ki o, sıkıştığı mekanda devinip dursun! Deniz gibidir şiir; yükselir, alçalır, gider, gelir, değişir...Bir dolu atık maddenin yanında, en değerli batıklar da oradadır. Sürekli yeniler kendini; atıklardan kurtulur, istiridyedeki inciyi çıkarır güneşe. Parlaktır, yakıcıdır, onu bulmak da, orada kalmak da zordur. Kanımca şiir, tahtını değil, tebaasını yitirdi. Okur da var bunun içinde, şair de. Bu da olağan değil mi? Şair de bu toplumsal yapıdan besleniyor. Popüler kültüre karşı dururken bile, çoğu zaman onun argümanlarını kullanıyoruz. Değişim yasası şiiri de kapsar, şairi de. Bu arada tahtan inenler de olur, tahta çıkanlar da. Ama ne istiridye umursar bunu, ne de o istiridyedeki inciyi ellemeye yüreği yetenler...

*** “Kadın şair” tanımlamasına bildim bileli karşısındır; bu konuda yazılar da yazdın. Ama, yine de, bu kitabında da yer alan, dergilerde yayımlandığında da çok sevilen bir şiirin var: Burka. Acaba kadın duyarlılığını taşımasaydın “ dokuz ay dokuz düğüm öldün / adın bile konmadı burka / senin kanındır akan dünyanın bütün sokaklarında” diyebilir miydin?

A z da olsa çevirilerden izlediğimiz çalışmalar var; kadın şairlerin kullandığı dilin özellikleri, toplumsal baskının şair üzerindeki belirleyiciliği; buradan yola çıkılarak varılacak sosyolojik, psikolojik sonuçlar.....Bizde de yapılıyor bu tip çalışmalar. Ama bizim kadın şairlerimiz konu edilmiyor onlarda. Şu saçma sapan tartışmalardan kurtulup, böyle ciddi, yararlı uğraşlara yönelmek için daha ne bekliyoruz? Dil’den yola çıkıp yapılacak çözümlemeler, saptamalar, yorumlar... Kadın şiirindeki dilsel olanaklar. Parçalanmanın, kanamanın, bütünü aramanın dili, sözcükleri. Çoğu erkek şairin kullandığı dilin egemen, baskıcı söylemi çoğaltıp çoğaltmadığı; kadın şairin kullandığı dilin ne kadar kadına ait olduğu, ya da, erkek söylemini tekrarlayıp tekrarlamadığı. Dilin olanaklarını kullanır şair, ve bir görevi varsa, bu görev, o olanakları çoğaltmaktır öncelikle. Bunun için de, bir an önce, kendimizi küçük düşüren cinsiyet tartışmalarını aşmak, bu tür çalışmalar yapmak zorundayız. Biri, birileri çıksın, yapsın bu çalışmayı, ve senin soruna o yanıt versin, ben değil. Değilse, susmanın erdemine sığınsınlar. Ama zordur bu çalışmalar, emek ister, birikim ister. Kısır tartışmalarsa gündem oluşturur size, üstelik emek de gerektirmez, birikim de.


***Son dönemde, şiirden düzyazıya bağlanan bir damar bulduğunu biliyorum. Aşklar Ve Baharatlar adlı roman dosyan, İnkilap Kitabevi’nin düzenlediği yarışmada “dikkate değer” bulundu. Dizeden tümceye doğru bir geçiş mi yaşayacaksın?

Evet ama, bir tür ikili geçiş olacak sanırım. Roman yazdım diye şiirden vazgeçmiş değilim. Sözcükleri başka formlarda ilişkiye geçirmek...Hepsi bu. ‘Asla olmaz’ dediğim şey oldu, roman çıktı ortaya. Kendiliğinden bir süreçti o da. Zamanı şimdiydi belki. Ama bunda şaşacak bir şey yok; sözcüklerle iç içe bir yaşam, dize dize, ya da tümce tümce. Aynı kandan geliyor ikisi de. Çatıştıkları kadar, sevişiyorlar da.


*** Son olarak, yazı tezgahında neler var; önümüzdeki dönem için yazınsal tasarıların nelerdir?


Tezgahta şiirler var elbette, ve yeni bir romanın ilk bölümleri; ama tasarı olarak değil. Tasarlamak -bu alanda-, benim yapabileceğim bir şey değil. İçime düşmüşse, olgunlaşmışsa, oturur ol’durum / yazarım. Ya da, onlar ol’durur beni. Hâlâ ‘oluş’ halindeyiz yani.
11 Mayıs 2006 Cumhuriyet Kitap