12 Aralık 2010 Pazar

Girdap

Çiğdem Sezer



GİRDAP



bir zaman elmanın hüznüne dadandım

ergen dalım kırıldı

kuşlara kaldım



çınar evimdi mahzenim

gövdesine çok dağıldım

yapraklar bilir dedim kuşların ne dediğini

el ayak çekildiğinde şehirde

balıkçılar uzağa gittiğinde

su bilir kum bilir köpükler bir de

derin bir yaranın neye benzediğini



***

çiçekli pazen elbise

tırnak izlerini örtsün diye bedenimde

ellerim nasıl da sakar

yüzümde dağların uzaklığı var

gitmeyi öğrendim harflerin dilinde

öyle söküle söküle köklerimden

kuru bir dala ne çok özendim yeşersin diye

şimdi hangi dal çiçeklense

ölü tomurcuğun gölgesi üzerinde



***

kadınlar fincanları üç kez döndürerek başları üzerinde

denize fal tutuyor

içindeki susuzluk dinmeyecek biliyor

kadınlar fincanları üç kez başları üzerinde…

alıcı kuşlar geçiyor gökyüzünden

ayaklarını suya değdiriyor



kuşlar da gitti

diyor bir kadın

gözlerinden kuş sürüleri geçiyor

havalar soğudu diyor diğeri

rüzgâr içimizden esiyor



kalbimde bir şey var o günlerden kalma

unutup unutup hatırlıyorum

ya herkesten geçiyorum ya hiç kimseden

geçmeyen bir yol gibi kendime çıkıyorum

ani fren yapıyor hayat

harflerle çarpışıyorum



***

her harf bir kapıdır her kelime bir dağa çıkar

evden kaçan çocukları kimse sevmez harflerini tut

uysal bir ömür biç uzun yaşasınlar

anne öğüttür baba susmak

büyütür yalnız çocukları akşama bakmak



akşama baka baka çok büyüyorum

ellerim sarkıyor ayaklarım durmaksızın uzuyor

gövdemde uzun bir nehir

kıvrıla döne akıyor

başım bundan dönüyor diyorum

nehrin akışı dengemi bozuyor

neye aşkla dokunsam içime eriyor



herkes her şeyi biliyor da

hiç kimse kendine benzemiyor



***



kehribar boncuklar diziyorum dünyanın ipine

bu doğmak boncuğu bu büyümek bu düşmek

bunlar yara boncuğu say say bitmez

gez gör bir çarşı öyle uçsuz bucaksız yaralarım var

beni diyorum al içine ateşe sar



sabahı bölüşecek biri gerek

bunu herkes içinden söylüyor dilleri sus

ve sabah gecikmiş bir ölü gibi evimizden geçecek

bir testere ağacın dalında gide gele

kuş yuvalarına henüz açmış çiçeğe yaprağa düşen güneşe

ama en çok kalbimize gide gele bir testere

sustuğumuz sözcüklere kan düşürecek



kehribar bir boncuk boğazımızda

ve ölüm ustaca aramızdan geçecek





Ögür Edebiyat Mayıs-Haziran 2010

Varlığa ve Yokluğa

Çiğdem Sezer



VARLIĞA VE YOKLUĞA





insan ne zaman alışır hayata

baba?



yağmurun değdiği her yerdi yüzün

seni sordum da irkildi toprak

ölümü bildim,büyüdüm

çocukluğum mevsimsiz bir leylak

bir yelkovan gidişi

bir akrep

yürüyüşü

ötesi iyilik,güzellik....alıştığımız

bir yarayı sarıp sarmalamak





gecikmiş sözlerin ağırlığı heybemde

bir karanfil,solgun,öyle

kedere bulanarak

nasıl dökülürse

döküldü toprağına sözlerim de





söküp nallarını atların

koşturmak gibi karanlığın evine

öldün.yokluğunda

varlığı bildim





insan nasıl alışır içindeki cam kırıklarına

baba?

16 Ekim 2010 Cumartesi

TAY GİBİ GİTMELERE KIVRAK

ölüm dediğin gecikmek bazen bir trene



trenlerin de kalbi var

ağaçların evlerin gökyüzünün

bir kalbi var guk-gu, guk-gu

ötüp duran duvar saati

üç-beş, yirmi üç-yirmi dört

üstüme kendini ört

çok bekledim elim sende

de ki ölmüşüm unutma ölümü öp



hoşgelmişim rüya hatıra

bir deniz med cezir arasında

bir tay gibi gitmelere kıvrak

bir tavşan gibi öpülmeye istekli

bir geyik

çatallı boynuzlarında parıldayan ay

de ki ay’ın ardı orman

araya araya çıktımdı coğrafyadan

kendimi bıraktığım sınırda

anneler oğul büyütüyordu

ve dilsiz bir ağaç

dünyayı dinliyordu



bir dağ başı olmalıyım

rayları sökülmüş tren yolunu

alıp alıp koynuma

önce kendimi

sonra kendimi

arada bir kendimi

öldürmeliyim



ilk düdükle koş ikincide ileri bak

dur ve dinle

yok bulut yok güvercin yok

bir ağaca rüzgâr olmak

eteğini düzelt göğüs çatalını

kuşlara yem atmak yasak

levhasını boynuna as



uçurum durağındayız

ya uçmak ya uçmak





önce ağacın kalbi duracak

sonra gökyüzü

ipleri kopmuş salıncak gibi

sonra raylar söküle söküle

sonra deniz

kalbini bir dağa bırakacak



ama biz nasıl yaşayacağız hâlâ

koruktan reçel

yapma düşünü büyüterek nasıl

öleceğiz

sevgilim

hoş gelmişim rüya hatıra

sonra büyür oğullar ve kızlar da

guk-gu, guk-gu duvar saati

yirmi üç, yirmi dört

üstüme kendini ört





Akköy, Temmuz-Ağustos 2010



Çiğdem Sezer

19 Eylül 2010 Pazar

30 sene önce o gece

30 sene önce o gece

12 Eylül 2010

Dursun Akçam darbeyi bir gün önceden haber almıştı. Yeşil pasaportu hazırdı. Valizi de... 11 Eylül akşamı hemen havaalanına gitti. Dış hat seferlerinin durdurulduğunu öğrendi. İzmir uçağında boş bir yer bulabildi. İzmir’e uçtu. Havaalanında bir grup gazeteciyle karşılaştı. Ecevit‘i bekliyorlardı. Ecevit’in danışmanının kulağına eğilip, “Yarın darbe var“ dedi. Sinirlendi danışman:
“Her Allah’ın günü aynı tevatür...” diye söylendi.
* * *
Ecevit’le buluşacaklardan biri de Süleyman Çelebi’ydi.
12 Eylül Cuma günü Trabzon’da “Demokrasi Mitingi“ yapacaklardı. DİSK adına kendisi konuşacaktı.
Giresun’da mola verip otele yerleştiler.
Sabah 05’te bir sendikacı arkadaşının telefonuyla uyandı.
“Başkan kalk; darbe oldu” diyordu arkadaşı...
Arayan sendikacının, genel sekreteri ile anlaşmazlığı vardı. Uyku sersemi güldü Çelebi:
“Hanginiz yaptı darbeyi“ dedi.
Karşıdaki ses ciddiydi:
“Öyle değil; çabuk radyoyu aç!”
* * *
TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu radyoyu açınca Kenan Evren’in sesini duydu. Darbeyi yapan general, isim vererek DİSK’i ve TÖB-DER’i suçluyordu.
O da, “Demokrasi Mitingi“ için Trabzon’daydı.
Dostları, hemen yurtdışına kaçmayı önerdi.
Kabul etmedi Gazioğlu; köyünde saklanmaya karar verdi.
* * *
Mülkiyeli Prof. Dr. Sadun Aren radyoyu açar açmaz eşiyle pencereye koştu.
Çevrede askerler vardı. Hemen çantasını hazırladı.
O sırada birkaç subay onların apartmana doğru yöneldi:
“Benim için geldiler” dedi Aren...
Her şeye hazırdı.
Lakin zil bir türlü çalmadı.
“Çantam elimde, hevesim kursağımda kaldı” diye espri yaptı.
* * *
DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk zili çalanlardandı. Karanlık günlerden birkaç gün uzaklaşabilmek için Ören’deki kooperatif evine gitmiş, gece bir kadeh rakı içip Zülfü Livaneli’nin, “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz“ türküsünü söylemişti.
Oysa olmuştu bile...
Şafak sökmeden kapısı çalındı. Askeri bir cemseye bindirilip hakaretler eşliğinde Hasdal Kışlası’na götürüldü.
* * *
Zülfü Livaneli, kendisini dinleyen devrimcilerin başına gelenleri Almanya’da radyodan öğrendi. Günlerdir dillerde gezen söylentinin gerçek olduğunu anladı.
Bitti sandığı sürgün, yeni başlıyordu.
* * *
Yazar A. Kadir o gece Alman şair Brecht’in şiirleriyle sabahlamıştı.
Evi basan askerler, kitaplarını, şiir defterlerini, “suç aleti” diye topladı. Kendisini de bir cemseye bindirerek Samandra’daki kışlaya götürdüler. Kapatıldığı hücrede hayatın hazırladığı tesadüfü düşündü:
Nazım’ın şiirleri yüzünden Kara Harp Okulu’ndan atılmış, Nazım’la birlikte yargılanmıştı.
Askeri okuldan sınıf arkadaşı olan adam, şimdi televizyonda “yönetime el koyduğunu“ açıklıyor ve o ise bir kez daha şiir yüzünden hapse atılıyordu.
* * *
Bu anekdotları, Çiğdem Sezer ile İbrahim Dizman’ın “30 yıl 30 Hayat” (İmge, 2010) kitabından aldım.
Nazi kurbanı Yahudiler, soykırımdan ancak 30 yıl sonra konuşabilmişler.
Biz de ancak 30 yılda sökebildik dilimizdeki mührü...
Ve konuştukça döktük, içimizde biriken zehri...
Anlatalım; ki bu utanç bir daha yaşanmasın...


CAN DÜNDAR- MİLLİYET GAZETESİ

Muamma şiiri üzerine..

* ELİF TANRIYAR / EDEBİYAT/ SABAH GAZETESİ
* 07.09.2010

Bu hafta yine yeni sezonun öne çıkan kitaplarından bahsedecektim. Ama Yapı Kredi Yayınları'nın aylık edebiyat dergisi kitaplık'ın eylül sayısında rastladığım bir şiir her şeyi değiştirdi. Plansız programsız bir sokağa sapıp bambaşka bir gün geçirmeniz misali, dergide Çiğdem Sezer'in Muamma adlı şiirine rastladım ve bu yazı bambaşka bir hal alıverdi. "Benden sana çok yol var ağaçlar kalp ağrısı" diyerek başlıyor Muamma. Bu dizeler, Jack Kerouack'ın Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan Yeraltısakinleri adlı kült romanını anlatıyor bir anlamda. Kerouack, bu kez San Fransisco'nun '50'lerin entelektüel çevrelerinde geçen bir aşk hikâyesi anlatıyor. Bir tür uzun şiir, güzelleme veya bir ağıt olarak da nitelendirebileceğimiz romanda, bir 'negro', yani siyahi olan Mardou adındaki güzel bir kadınla, Kanada asıllı bir yazarın, dönemin bohem çevrelerinde geçen şiddetli ve bir o kadar da melankolik aşkını, yoğun otobiyografik detaylar eşliğinde dile getiriyor Kerouack.

HİSLİ SORULARA BİLİMSEL YANITLAR
Yine şiire dönelim: "Bir yolum sana çıkıyorum kar yolları kapatmış" diyor, bu kez bir başka dize. Âşık olmanın farklı halleri olsa da, her aşığın ortak amacı, yolunu ona çıkartmak değil mi zaten? İletişim Yayınları'ndan çıkan Âşık Olmak-Sevgililerimizi Neye Göre Seçeriz adlı kapsamlı bir inceleme kitabı, aşka dair pek çok soruyu bilimsel açıdan cevaplamayı hedefliyor. Bir çift terapisti olan Ayala Malach Pines, Âşık Olmak'ta aşk deneyiminin kapsamlı bir çözümlemesini yapıyor. Romantik aşkın kodları nelerdir? Engeller aşkı kamçılar mı? Aşkın gözü gerçekten kör müdür? Âşık olma ihtimalini artırmanın yolları var mıdır? Uzun süreli ilişkilerin sırrı nedir? Kitap bu gibi soruların cevabını ararken, mitolojiden edebiyata, resimden sinema ve eğlence dünyasına kadar geniş bir yelpazeden seçilmiş örnekler ışığında, kime, neden ve nasıl âşık olduğumuz sorusunun izini sürüyor. Âşık Olmak, aşka dair pek çok soruyu cevaplaması açısından iyi bir kaynak, ama kısacık bir şiir de cilt cilt kitapların yerini tutabiliyor zaman zaman. Tıpkı Muamma'nın son dizeleri gibi: "kim çözer aramızda git gel bir muamma/çözülmedik bir şey kalsın ortada/adını biz verelim bizden olma/bir şey, dönüyor, sevgilim, adı Dünya"

GECE; NİHAYET ÇİÇEĞİ-Çiğdem Sezer

bu karanlık fazla

gece, kendini bir şey sanıyor

toplanmış kurtlar kuşlar, işte oradabir avlu; gölgeleri ağırlıyor



kalkın bize gidelim. yağmur oluruz

cem-i cümle bir yetimigiydirir doyururuz kalkın bize…

hepimiz bir yetim oluruz



kuzuları dağdan bayırdan

gün yorgunlarını ihanet vurgunlarını

boynu aşka uzamışları uykusuzları

böyle az oluruz, susmalara dil

çekiliriz, yokluğumuz konuşur



bu karanlık fazla, bu duvar kapı

ateşi çatlatan kırmızı gecenin nabzı

bir bir yoklamalı mezarları

ölüleri yoklamalı

aşk gibi bir nihayet çiçeği yakalarına

ölmeden az önce aşık olmalı



kalkın bize gidelim gecenin beyaz topuklarından

sonra dağılırız herkes kendi ağrısına

ama mutlak uğuldayan bir ormanve kurtlar kuşlar cem-i cümle

intikam gibi susarız uyuyanlar duymaz

gökyüzü örter üstümüzü de

yetimlerden yetim beğeniriz kimsesizliğimize…



kalkın bize; gölgelerin öpüştüğü dehlize…

Çiğdem Sezer

15 Eylül 2010 Çarşamba

Muamma-Çiğdem Sezer

MUAMMA



benden sana çok yol var ağaçlar kalp ağrısı

sadakat dediğin havuzda bir yaprak sarı mı sarı

başka dilde bir şey bu devrik cümlem ana dilim

bende duyup sende söylediğim

diyelim bir okul dağıtmış karneleri hâl ve gidiş berbat

bir yolum sana çıkıyorum kar yolları kapatmış

Kuzey mi desem Doğu mu yönümü şaşıralı çoktan

o gün bu gün havada daireler çizen bir kuş

çatımda konaklıyor her akşam



senden aşağısı çıkmaz sana gelsem trafik yoğun şehrin caddeleri

üstüme üstüme farlar neonlar

çocuklar mı acıkmış masada solgun bir gül

senli bir ayna hangi pencereye baksam

necatigil’den bu yana bütün evler akrabam



mülk yok ten solgun canım dar

balkonda bir saksı ve kurumuş sardunyalar

alyuvarlarım azalmış solgunluğum bundan

yazdan çıkmış da kışa girmemiş gibi

bir muammayım kendime bir geçit

istediler verdim boynum ellerim ruhum

onlarındı kimdiler hiç bilmedim



bu kemer Tanzimat’tan Cumhuriyet’e

sık sık nereye kadar gövde tükendi

bak muamma dedim şimdi kızarlar

uzun kara bıyıklı Türk erkekleri

kısa güne kârdır diye karanlığı saklarlar

uzun boyluydu babam ve bıyıklı ve kara

ama kızmazdı kelimelerim ortalığa saçıldığında

annemse yazılmamış bir romanın yaşayan kahramanı

ben bu yüzden çok şaşırdım hayata çıktığımda



toparlan ve sakla kendin olan ne varsa

içimi bir ağaca döktüm denize girdim hayat

böyle bir şey olmalı sözünü ilk ona söyledim

bir de sana kalp ağrım şimdiki zamanım

ve öncem sonram kundağım ve kefenim

baktım olmuyor dünya ikimize az

sana kendimde bir oda verdim

kulakları çınlasın Virginia

kendine ait bir oda, dediğinde sandık ki duvar kapı menteşe

yokmuş hayalmiş evler istim üstünde

mülküm bedenim seni sevdikçe çoğalıp genişledim

uzun muydun bıyıkların var mıydı kara

adın mıydı ben yokken sen

kimdin sevgilim?

benden sana çok yol var çıkarsan kaybolursun

adını unuttuğunda kapımı tıklat

varlığım vardığındır, orda seni bulursun



kim çözer aramızda git gel bir muamma

çözülmedik bir şey kalsın ortada

adını biz verelim bizden olma

bir şey, dönüyor, sevgilim, adı Dünya

Çiğdem Sezer

Kitaplık Eylül 2010

13 Haziran 2010 Pazar

Çiğdem Sezer'i Almancada okuyun..

Akelei (HASEKİ KÜPESİ)

ein gemälde an der wand ein toter auf den schultern
ein haus verliert sich
in dieser welt in der ich aufwache ist alles neu
in ihrer brust die flüsse und berge meiner heimat
die postämter vögel auf den drähten
das sind deine türen fenster
fischer die netze auswerfen teehäuser
das sind die stunden stell dein herz
wir steigen auf den berg machen ein feuer sehen den mond
ihre pferde gesattelt in ihren mähnen der wind
ich ging und kehrte zurück ein schmaler dorfweg
hier sind wir alle das sind die häuser zimmer
wir so plätzevoll straßenvoll
gehen aus uns hier ist april
wo der brustknochen beginnt
dieser regen an den fingerspitzen
sich wölbende erde flutendes wasser
wenn wir uns nicht so liebten
niemand würde sich erinnern vergessen zu haben
du jetzt erinnerst schneller werdender hase
die wiesen und felder wachsen du jetzt
in meiner brusttasche schlüssel und uhr mit kette
befreie ich mich schaudere in der leere
du dich lösend von einem gletscher jetzt
in dieser welt in der ich aufwache ist alles neu
auf meiner brust heilkräuter akeleien
(Übersetzung: Dilek Dizdar)

Çiğdem Sezer


vögel im eisenschrank (ÇELİK KASADA KUŞLAR)

liebe ist grausam
liebe ist grausam
dort reißt sich ein wald das herz heraus ...
schäumend das wasser
schäumend der wasserfall
ein wald so außer sich so grausam
ziehe mir die dornen aus den fingern
hebe meine finger für dich auf
ich bin meine strafe
gewöhne mich an mich
du hast welchem wald dein herz
in einem eisenschrank anvertraut
und bedeckend deine wunde mit den augen
im liebesakt mit einer blinden frau
liebe ist grausam
liebe ist grausam
lehnt sich an ihr ebenbild
die kachel glänzt
schluckt das licht
vögel im eisenschrank
halten des lebens schüchternheit
die luftlosigkeit im innern
dringt nach draußen
wir lösen das geheimnis des lebens
ziehen uns aus
dies das kleid des schweigens
und dies die eile des bleibens
hier strumpf hier haut und der schwere
geruch von gebratenem
w-i-r w-e-r-d-e-n b-e-f-r-e-i-t
zieh mir die nadeln aus der haut
reib mir die haut mit meereswasser
ich bin meine strafe
liebe mich
vögel im eisenschrank
brachen das geheimnis des lebens auf

(Übersetzung: Şebnem Bahadır) Çiğdem Sezer

wie ein reh gewandt im gehen (TAY GİBİ GİTMELERE KIVRAK)

der tod ist manchmal einen zug verpassen
auch züge haben ein herz
bäume häuser himmel
haben ein herz gu-guck gu-guck
tönt unaufhörlich die uhr
drei-fünf, dreiundzwanzig vierundzwanzig
deck mich zu mit dir
im langen warten bei dir meine hand
nimm an ich sei gestorben und
schwör auf meinen tod nicht zu vergessen
ich bin willkommen traum erinnerung
ein meer zwischen ebbe und flut
wie ein reh gewandt im gehen
wie ein hase gewillt dem kuss
ein hirsch
am geweih der scheinende mond
hinter dem mond einen wald nimm an
suchend verließ ich die geographie
auf der grenze der ich mich hingab
zogen mütter ihre söhne groß
und es lauschte ein stummer baum
der welt
ein berggipfel muss ich sein
mit den herausgerissenen
eisenbahnschienen schlafend muss ich
zuerst mich
dann mich
und hin und wieder mich
töten
beim ersten pfeifen renn beim zweiten schau nach vorn
halt an und horch
keine wolke keine taube
wind sein einem baum
bring deinen rock in ordnung deine busenspalte
die vögel füttern verboten
häng dir das schild um den hals
wir sind an der haltestelle des abgrunds
fliegen oder fliegen
zuerst wird das herz im baum aufhören zu schlagen
dann der himmel
wie eine schaukel mit kaputten seilen
dann die schienen herausgerissen
und das meer
wird sein herz einem berg überlassen
wie aber werden wir noch leben
den traum mehrend
aus unreifen trauben marmelade zu kochen wie
sterben
liebling
ich bin willkommen traum erinnerung
dann wachsen die söhne die töchter
gu-guck gu-guck die uhr an der wand
dreiundzwanzig, vierundzwanzig
deck mich zu mit dir

(Übersetzung: Dilek Dizdar)