Çiğdem Sezer
GİRDAP
bir zaman elmanın hüznüne dadandım
ergen dalım kırıldı
kuşlara kaldım
çınar evimdi mahzenim
gövdesine çok dağıldım
yapraklar bilir dedim kuşların ne dediğini
el ayak çekildiğinde şehirde
balıkçılar uzağa gittiğinde
su bilir kum bilir köpükler bir de
derin bir yaranın neye benzediğini
***
çiçekli pazen elbise
tırnak izlerini örtsün diye bedenimde
ellerim nasıl da sakar
yüzümde dağların uzaklığı var
gitmeyi öğrendim harflerin dilinde
öyle söküle söküle köklerimden
kuru bir dala ne çok özendim yeşersin diye
şimdi hangi dal çiçeklense
ölü tomurcuğun gölgesi üzerinde
***
kadınlar fincanları üç kez döndürerek başları üzerinde
denize fal tutuyor
içindeki susuzluk dinmeyecek biliyor
kadınlar fincanları üç kez başları üzerinde…
alıcı kuşlar geçiyor gökyüzünden
ayaklarını suya değdiriyor
kuşlar da gitti
diyor bir kadın
gözlerinden kuş sürüleri geçiyor
havalar soğudu diyor diğeri
rüzgâr içimizden esiyor
kalbimde bir şey var o günlerden kalma
unutup unutup hatırlıyorum
ya herkesten geçiyorum ya hiç kimseden
geçmeyen bir yol gibi kendime çıkıyorum
ani fren yapıyor hayat
harflerle çarpışıyorum
***
her harf bir kapıdır her kelime bir dağa çıkar
evden kaçan çocukları kimse sevmez harflerini tut
uysal bir ömür biç uzun yaşasınlar
anne öğüttür baba susmak
büyütür yalnız çocukları akşama bakmak
akşama baka baka çok büyüyorum
ellerim sarkıyor ayaklarım durmaksızın uzuyor
gövdemde uzun bir nehir
kıvrıla döne akıyor
başım bundan dönüyor diyorum
nehrin akışı dengemi bozuyor
neye aşkla dokunsam içime eriyor
herkes her şeyi biliyor da
hiç kimse kendine benzemiyor
***
kehribar boncuklar diziyorum dünyanın ipine
bu doğmak boncuğu bu büyümek bu düşmek
bunlar yara boncuğu say say bitmez
gez gör bir çarşı öyle uçsuz bucaksız yaralarım var
beni diyorum al içine ateşe sar
sabahı bölüşecek biri gerek
bunu herkes içinden söylüyor dilleri sus
ve sabah gecikmiş bir ölü gibi evimizden geçecek
bir testere ağacın dalında gide gele
kuş yuvalarına henüz açmış çiçeğe yaprağa düşen güneşe
ama en çok kalbimize gide gele bir testere
sustuğumuz sözcüklere kan düşürecek
kehribar bir boncuk boğazımızda
ve ölüm ustaca aramızdan geçecek
Ögür Edebiyat Mayıs-Haziran 2010
12 Aralık 2010 Pazar
Varlığa ve Yokluğa
Çiğdem Sezer
VARLIĞA VE YOKLUĞA
insan ne zaman alışır hayata
baba?
yağmurun değdiği her yerdi yüzün
seni sordum da irkildi toprak
ölümü bildim,büyüdüm
çocukluğum mevsimsiz bir leylak
bir yelkovan gidişi
bir akrep
yürüyüşü
ötesi iyilik,güzellik....alıştığımız
bir yarayı sarıp sarmalamak
gecikmiş sözlerin ağırlığı heybemde
bir karanfil,solgun,öyle
kedere bulanarak
nasıl dökülürse
döküldü toprağına sözlerim de
söküp nallarını atların
koşturmak gibi karanlığın evine
öldün.yokluğunda
varlığı bildim
insan nasıl alışır içindeki cam kırıklarına
baba?
VARLIĞA VE YOKLUĞA
insan ne zaman alışır hayata
baba?
yağmurun değdiği her yerdi yüzün
seni sordum da irkildi toprak
ölümü bildim,büyüdüm
çocukluğum mevsimsiz bir leylak
bir yelkovan gidişi
bir akrep
yürüyüşü
ötesi iyilik,güzellik....alıştığımız
bir yarayı sarıp sarmalamak
gecikmiş sözlerin ağırlığı heybemde
bir karanfil,solgun,öyle
kedere bulanarak
nasıl dökülürse
döküldü toprağına sözlerim de
söküp nallarını atların
koşturmak gibi karanlığın evine
öldün.yokluğunda
varlığı bildim
insan nasıl alışır içindeki cam kırıklarına
baba?
16 Ekim 2010 Cumartesi
TAY GİBİ GİTMELERE KIVRAK
ölüm dediğin gecikmek bazen bir trene
trenlerin de kalbi var
ağaçların evlerin gökyüzünün
bir kalbi var guk-gu, guk-gu
ötüp duran duvar saati
üç-beş, yirmi üç-yirmi dört
üstüme kendini ört
çok bekledim elim sende
de ki ölmüşüm unutma ölümü öp
hoşgelmişim rüya hatıra
bir deniz med cezir arasında
bir tay gibi gitmelere kıvrak
bir tavşan gibi öpülmeye istekli
bir geyik
çatallı boynuzlarında parıldayan ay
de ki ay’ın ardı orman
araya araya çıktımdı coğrafyadan
kendimi bıraktığım sınırda
anneler oğul büyütüyordu
ve dilsiz bir ağaç
dünyayı dinliyordu
bir dağ başı olmalıyım
rayları sökülmüş tren yolunu
alıp alıp koynuma
önce kendimi
sonra kendimi
arada bir kendimi
öldürmeliyim
ilk düdükle koş ikincide ileri bak
dur ve dinle
yok bulut yok güvercin yok
bir ağaca rüzgâr olmak
eteğini düzelt göğüs çatalını
kuşlara yem atmak yasak
levhasını boynuna as
uçurum durağındayız
ya uçmak ya uçmak
önce ağacın kalbi duracak
sonra gökyüzü
ipleri kopmuş salıncak gibi
sonra raylar söküle söküle
sonra deniz
kalbini bir dağa bırakacak
ama biz nasıl yaşayacağız hâlâ
koruktan reçel
yapma düşünü büyüterek nasıl
öleceğiz
sevgilim
hoş gelmişim rüya hatıra
sonra büyür oğullar ve kızlar da
guk-gu, guk-gu duvar saati
yirmi üç, yirmi dört
üstüme kendini ört
Akköy, Temmuz-Ağustos 2010
Çiğdem Sezer
trenlerin de kalbi var
ağaçların evlerin gökyüzünün
bir kalbi var guk-gu, guk-gu
ötüp duran duvar saati
üç-beş, yirmi üç-yirmi dört
üstüme kendini ört
çok bekledim elim sende
de ki ölmüşüm unutma ölümü öp
hoşgelmişim rüya hatıra
bir deniz med cezir arasında
bir tay gibi gitmelere kıvrak
bir tavşan gibi öpülmeye istekli
bir geyik
çatallı boynuzlarında parıldayan ay
de ki ay’ın ardı orman
araya araya çıktımdı coğrafyadan
kendimi bıraktığım sınırda
anneler oğul büyütüyordu
ve dilsiz bir ağaç
dünyayı dinliyordu
bir dağ başı olmalıyım
rayları sökülmüş tren yolunu
alıp alıp koynuma
önce kendimi
sonra kendimi
arada bir kendimi
öldürmeliyim
ilk düdükle koş ikincide ileri bak
dur ve dinle
yok bulut yok güvercin yok
bir ağaca rüzgâr olmak
eteğini düzelt göğüs çatalını
kuşlara yem atmak yasak
levhasını boynuna as
uçurum durağındayız
ya uçmak ya uçmak
önce ağacın kalbi duracak
sonra gökyüzü
ipleri kopmuş salıncak gibi
sonra raylar söküle söküle
sonra deniz
kalbini bir dağa bırakacak
ama biz nasıl yaşayacağız hâlâ
koruktan reçel
yapma düşünü büyüterek nasıl
öleceğiz
sevgilim
hoş gelmişim rüya hatıra
sonra büyür oğullar ve kızlar da
guk-gu, guk-gu duvar saati
yirmi üç, yirmi dört
üstüme kendini ört
Akköy, Temmuz-Ağustos 2010
Çiğdem Sezer
19 Eylül 2010 Pazar
30 sene önce o gece
30 sene önce o gece
12 Eylül 2010
Dursun Akçam darbeyi bir gün önceden haber almıştı. Yeşil pasaportu hazırdı. Valizi de... 11 Eylül akşamı hemen havaalanına gitti. Dış hat seferlerinin durdurulduğunu öğrendi. İzmir uçağında boş bir yer bulabildi. İzmir’e uçtu. Havaalanında bir grup gazeteciyle karşılaştı. Ecevit‘i bekliyorlardı. Ecevit’in danışmanının kulağına eğilip, “Yarın darbe var“ dedi. Sinirlendi danışman:
“Her Allah’ın günü aynı tevatür...” diye söylendi.
* * *
Ecevit’le buluşacaklardan biri de Süleyman Çelebi’ydi.
12 Eylül Cuma günü Trabzon’da “Demokrasi Mitingi“ yapacaklardı. DİSK adına kendisi konuşacaktı.
Giresun’da mola verip otele yerleştiler.
Sabah 05’te bir sendikacı arkadaşının telefonuyla uyandı.
“Başkan kalk; darbe oldu” diyordu arkadaşı...
Arayan sendikacının, genel sekreteri ile anlaşmazlığı vardı. Uyku sersemi güldü Çelebi:
“Hanginiz yaptı darbeyi“ dedi.
Karşıdaki ses ciddiydi:
“Öyle değil; çabuk radyoyu aç!”
* * *
TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu radyoyu açınca Kenan Evren’in sesini duydu. Darbeyi yapan general, isim vererek DİSK’i ve TÖB-DER’i suçluyordu.
O da, “Demokrasi Mitingi“ için Trabzon’daydı.
Dostları, hemen yurtdışına kaçmayı önerdi.
Kabul etmedi Gazioğlu; köyünde saklanmaya karar verdi.
* * *
Mülkiyeli Prof. Dr. Sadun Aren radyoyu açar açmaz eşiyle pencereye koştu.
Çevrede askerler vardı. Hemen çantasını hazırladı.
O sırada birkaç subay onların apartmana doğru yöneldi:
“Benim için geldiler” dedi Aren...
Her şeye hazırdı.
Lakin zil bir türlü çalmadı.
“Çantam elimde, hevesim kursağımda kaldı” diye espri yaptı.
* * *
DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk zili çalanlardandı. Karanlık günlerden birkaç gün uzaklaşabilmek için Ören’deki kooperatif evine gitmiş, gece bir kadeh rakı içip Zülfü Livaneli’nin, “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz“ türküsünü söylemişti.
Oysa olmuştu bile...
Şafak sökmeden kapısı çalındı. Askeri bir cemseye bindirilip hakaretler eşliğinde Hasdal Kışlası’na götürüldü.
* * *
Zülfü Livaneli, kendisini dinleyen devrimcilerin başına gelenleri Almanya’da radyodan öğrendi. Günlerdir dillerde gezen söylentinin gerçek olduğunu anladı.
Bitti sandığı sürgün, yeni başlıyordu.
* * *
Yazar A. Kadir o gece Alman şair Brecht’in şiirleriyle sabahlamıştı.
Evi basan askerler, kitaplarını, şiir defterlerini, “suç aleti” diye topladı. Kendisini de bir cemseye bindirerek Samandra’daki kışlaya götürdüler. Kapatıldığı hücrede hayatın hazırladığı tesadüfü düşündü:
Nazım’ın şiirleri yüzünden Kara Harp Okulu’ndan atılmış, Nazım’la birlikte yargılanmıştı.
Askeri okuldan sınıf arkadaşı olan adam, şimdi televizyonda “yönetime el koyduğunu“ açıklıyor ve o ise bir kez daha şiir yüzünden hapse atılıyordu.
* * *
Bu anekdotları, Çiğdem Sezer ile İbrahim Dizman’ın “30 yıl 30 Hayat” (İmge, 2010) kitabından aldım.
Nazi kurbanı Yahudiler, soykırımdan ancak 30 yıl sonra konuşabilmişler.
Biz de ancak 30 yılda sökebildik dilimizdeki mührü...
Ve konuştukça döktük, içimizde biriken zehri...
Anlatalım; ki bu utanç bir daha yaşanmasın...
CAN DÜNDAR- MİLLİYET GAZETESİ
12 Eylül 2010
Dursun Akçam darbeyi bir gün önceden haber almıştı. Yeşil pasaportu hazırdı. Valizi de... 11 Eylül akşamı hemen havaalanına gitti. Dış hat seferlerinin durdurulduğunu öğrendi. İzmir uçağında boş bir yer bulabildi. İzmir’e uçtu. Havaalanında bir grup gazeteciyle karşılaştı. Ecevit‘i bekliyorlardı. Ecevit’in danışmanının kulağına eğilip, “Yarın darbe var“ dedi. Sinirlendi danışman:
“Her Allah’ın günü aynı tevatür...” diye söylendi.
* * *
Ecevit’le buluşacaklardan biri de Süleyman Çelebi’ydi.
12 Eylül Cuma günü Trabzon’da “Demokrasi Mitingi“ yapacaklardı. DİSK adına kendisi konuşacaktı.
Giresun’da mola verip otele yerleştiler.
Sabah 05’te bir sendikacı arkadaşının telefonuyla uyandı.
“Başkan kalk; darbe oldu” diyordu arkadaşı...
Arayan sendikacının, genel sekreteri ile anlaşmazlığı vardı. Uyku sersemi güldü Çelebi:
“Hanginiz yaptı darbeyi“ dedi.
Karşıdaki ses ciddiydi:
“Öyle değil; çabuk radyoyu aç!”
* * *
TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu radyoyu açınca Kenan Evren’in sesini duydu. Darbeyi yapan general, isim vererek DİSK’i ve TÖB-DER’i suçluyordu.
O da, “Demokrasi Mitingi“ için Trabzon’daydı.
Dostları, hemen yurtdışına kaçmayı önerdi.
Kabul etmedi Gazioğlu; köyünde saklanmaya karar verdi.
* * *
Mülkiyeli Prof. Dr. Sadun Aren radyoyu açar açmaz eşiyle pencereye koştu.
Çevrede askerler vardı. Hemen çantasını hazırladı.
O sırada birkaç subay onların apartmana doğru yöneldi:
“Benim için geldiler” dedi Aren...
Her şeye hazırdı.
Lakin zil bir türlü çalmadı.
“Çantam elimde, hevesim kursağımda kaldı” diye espri yaptı.
* * *
DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk zili çalanlardandı. Karanlık günlerden birkaç gün uzaklaşabilmek için Ören’deki kooperatif evine gitmiş, gece bir kadeh rakı içip Zülfü Livaneli’nin, “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz“ türküsünü söylemişti.
Oysa olmuştu bile...
Şafak sökmeden kapısı çalındı. Askeri bir cemseye bindirilip hakaretler eşliğinde Hasdal Kışlası’na götürüldü.
* * *
Zülfü Livaneli, kendisini dinleyen devrimcilerin başına gelenleri Almanya’da radyodan öğrendi. Günlerdir dillerde gezen söylentinin gerçek olduğunu anladı.
Bitti sandığı sürgün, yeni başlıyordu.
* * *
Yazar A. Kadir o gece Alman şair Brecht’in şiirleriyle sabahlamıştı.
Evi basan askerler, kitaplarını, şiir defterlerini, “suç aleti” diye topladı. Kendisini de bir cemseye bindirerek Samandra’daki kışlaya götürdüler. Kapatıldığı hücrede hayatın hazırladığı tesadüfü düşündü:
Nazım’ın şiirleri yüzünden Kara Harp Okulu’ndan atılmış, Nazım’la birlikte yargılanmıştı.
Askeri okuldan sınıf arkadaşı olan adam, şimdi televizyonda “yönetime el koyduğunu“ açıklıyor ve o ise bir kez daha şiir yüzünden hapse atılıyordu.
* * *
Bu anekdotları, Çiğdem Sezer ile İbrahim Dizman’ın “30 yıl 30 Hayat” (İmge, 2010) kitabından aldım.
Nazi kurbanı Yahudiler, soykırımdan ancak 30 yıl sonra konuşabilmişler.
Biz de ancak 30 yılda sökebildik dilimizdeki mührü...
Ve konuştukça döktük, içimizde biriken zehri...
Anlatalım; ki bu utanç bir daha yaşanmasın...
CAN DÜNDAR- MİLLİYET GAZETESİ
Muamma şiiri üzerine..
* ELİF TANRIYAR / EDEBİYAT/ SABAH GAZETESİ
* 07.09.2010
Bu hafta yine yeni sezonun öne çıkan kitaplarından bahsedecektim. Ama Yapı Kredi Yayınları'nın aylık edebiyat dergisi kitaplık'ın eylül sayısında rastladığım bir şiir her şeyi değiştirdi. Plansız programsız bir sokağa sapıp bambaşka bir gün geçirmeniz misali, dergide Çiğdem Sezer'in Muamma adlı şiirine rastladım ve bu yazı bambaşka bir hal alıverdi. "Benden sana çok yol var ağaçlar kalp ağrısı" diyerek başlıyor Muamma. Bu dizeler, Jack Kerouack'ın Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan Yeraltısakinleri adlı kült romanını anlatıyor bir anlamda. Kerouack, bu kez San Fransisco'nun '50'lerin entelektüel çevrelerinde geçen bir aşk hikâyesi anlatıyor. Bir tür uzun şiir, güzelleme veya bir ağıt olarak da nitelendirebileceğimiz romanda, bir 'negro', yani siyahi olan Mardou adındaki güzel bir kadınla, Kanada asıllı bir yazarın, dönemin bohem çevrelerinde geçen şiddetli ve bir o kadar da melankolik aşkını, yoğun otobiyografik detaylar eşliğinde dile getiriyor Kerouack.
HİSLİ SORULARA BİLİMSEL YANITLAR
Yine şiire dönelim: "Bir yolum sana çıkıyorum kar yolları kapatmış" diyor, bu kez bir başka dize. Âşık olmanın farklı halleri olsa da, her aşığın ortak amacı, yolunu ona çıkartmak değil mi zaten? İletişim Yayınları'ndan çıkan Âşık Olmak-Sevgililerimizi Neye Göre Seçeriz adlı kapsamlı bir inceleme kitabı, aşka dair pek çok soruyu bilimsel açıdan cevaplamayı hedefliyor. Bir çift terapisti olan Ayala Malach Pines, Âşık Olmak'ta aşk deneyiminin kapsamlı bir çözümlemesini yapıyor. Romantik aşkın kodları nelerdir? Engeller aşkı kamçılar mı? Aşkın gözü gerçekten kör müdür? Âşık olma ihtimalini artırmanın yolları var mıdır? Uzun süreli ilişkilerin sırrı nedir? Kitap bu gibi soruların cevabını ararken, mitolojiden edebiyata, resimden sinema ve eğlence dünyasına kadar geniş bir yelpazeden seçilmiş örnekler ışığında, kime, neden ve nasıl âşık olduğumuz sorusunun izini sürüyor. Âşık Olmak, aşka dair pek çok soruyu cevaplaması açısından iyi bir kaynak, ama kısacık bir şiir de cilt cilt kitapların yerini tutabiliyor zaman zaman. Tıpkı Muamma'nın son dizeleri gibi: "kim çözer aramızda git gel bir muamma/çözülmedik bir şey kalsın ortada/adını biz verelim bizden olma/bir şey, dönüyor, sevgilim, adı Dünya"
* 07.09.2010
Bu hafta yine yeni sezonun öne çıkan kitaplarından bahsedecektim. Ama Yapı Kredi Yayınları'nın aylık edebiyat dergisi kitaplık'ın eylül sayısında rastladığım bir şiir her şeyi değiştirdi. Plansız programsız bir sokağa sapıp bambaşka bir gün geçirmeniz misali, dergide Çiğdem Sezer'in Muamma adlı şiirine rastladım ve bu yazı bambaşka bir hal alıverdi. "Benden sana çok yol var ağaçlar kalp ağrısı" diyerek başlıyor Muamma. Bu dizeler, Jack Kerouack'ın Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan Yeraltısakinleri adlı kült romanını anlatıyor bir anlamda. Kerouack, bu kez San Fransisco'nun '50'lerin entelektüel çevrelerinde geçen bir aşk hikâyesi anlatıyor. Bir tür uzun şiir, güzelleme veya bir ağıt olarak da nitelendirebileceğimiz romanda, bir 'negro', yani siyahi olan Mardou adındaki güzel bir kadınla, Kanada asıllı bir yazarın, dönemin bohem çevrelerinde geçen şiddetli ve bir o kadar da melankolik aşkını, yoğun otobiyografik detaylar eşliğinde dile getiriyor Kerouack.
HİSLİ SORULARA BİLİMSEL YANITLAR
Yine şiire dönelim: "Bir yolum sana çıkıyorum kar yolları kapatmış" diyor, bu kez bir başka dize. Âşık olmanın farklı halleri olsa da, her aşığın ortak amacı, yolunu ona çıkartmak değil mi zaten? İletişim Yayınları'ndan çıkan Âşık Olmak-Sevgililerimizi Neye Göre Seçeriz adlı kapsamlı bir inceleme kitabı, aşka dair pek çok soruyu bilimsel açıdan cevaplamayı hedefliyor. Bir çift terapisti olan Ayala Malach Pines, Âşık Olmak'ta aşk deneyiminin kapsamlı bir çözümlemesini yapıyor. Romantik aşkın kodları nelerdir? Engeller aşkı kamçılar mı? Aşkın gözü gerçekten kör müdür? Âşık olma ihtimalini artırmanın yolları var mıdır? Uzun süreli ilişkilerin sırrı nedir? Kitap bu gibi soruların cevabını ararken, mitolojiden edebiyata, resimden sinema ve eğlence dünyasına kadar geniş bir yelpazeden seçilmiş örnekler ışığında, kime, neden ve nasıl âşık olduğumuz sorusunun izini sürüyor. Âşık Olmak, aşka dair pek çok soruyu cevaplaması açısından iyi bir kaynak, ama kısacık bir şiir de cilt cilt kitapların yerini tutabiliyor zaman zaman. Tıpkı Muamma'nın son dizeleri gibi: "kim çözer aramızda git gel bir muamma/çözülmedik bir şey kalsın ortada/adını biz verelim bizden olma/bir şey, dönüyor, sevgilim, adı Dünya"
GECE; NİHAYET ÇİÇEĞİ-Çiğdem Sezer
bu karanlık fazla
gece, kendini bir şey sanıyor
toplanmış kurtlar kuşlar, işte oradabir avlu; gölgeleri ağırlıyor
kalkın bize gidelim. yağmur oluruz
cem-i cümle bir yetimigiydirir doyururuz kalkın bize…
hepimiz bir yetim oluruz
kuzuları dağdan bayırdan
gün yorgunlarını ihanet vurgunlarını
boynu aşka uzamışları uykusuzları
böyle az oluruz, susmalara dil
çekiliriz, yokluğumuz konuşur
bu karanlık fazla, bu duvar kapı
ateşi çatlatan kırmızı gecenin nabzı
bir bir yoklamalı mezarları
ölüleri yoklamalı
aşk gibi bir nihayet çiçeği yakalarına
ölmeden az önce aşık olmalı
kalkın bize gidelim gecenin beyaz topuklarından
sonra dağılırız herkes kendi ağrısına
ama mutlak uğuldayan bir ormanve kurtlar kuşlar cem-i cümle
intikam gibi susarız uyuyanlar duymaz
gökyüzü örter üstümüzü de
yetimlerden yetim beğeniriz kimsesizliğimize…
kalkın bize; gölgelerin öpüştüğü dehlize…
Çiğdem Sezer
gece, kendini bir şey sanıyor
toplanmış kurtlar kuşlar, işte oradabir avlu; gölgeleri ağırlıyor
kalkın bize gidelim. yağmur oluruz
cem-i cümle bir yetimigiydirir doyururuz kalkın bize…
hepimiz bir yetim oluruz
kuzuları dağdan bayırdan
gün yorgunlarını ihanet vurgunlarını
boynu aşka uzamışları uykusuzları
böyle az oluruz, susmalara dil
çekiliriz, yokluğumuz konuşur
bu karanlık fazla, bu duvar kapı
ateşi çatlatan kırmızı gecenin nabzı
bir bir yoklamalı mezarları
ölüleri yoklamalı
aşk gibi bir nihayet çiçeği yakalarına
ölmeden az önce aşık olmalı
kalkın bize gidelim gecenin beyaz topuklarından
sonra dağılırız herkes kendi ağrısına
ama mutlak uğuldayan bir ormanve kurtlar kuşlar cem-i cümle
intikam gibi susarız uyuyanlar duymaz
gökyüzü örter üstümüzü de
yetimlerden yetim beğeniriz kimsesizliğimize…
kalkın bize; gölgelerin öpüştüğü dehlize…
Çiğdem Sezer
15 Eylül 2010 Çarşamba
Muamma-Çiğdem Sezer
MUAMMA
benden sana çok yol var ağaçlar kalp ağrısı
sadakat dediğin havuzda bir yaprak sarı mı sarı
başka dilde bir şey bu devrik cümlem ana dilim
bende duyup sende söylediğim
diyelim bir okul dağıtmış karneleri hâl ve gidiş berbat
bir yolum sana çıkıyorum kar yolları kapatmış
Kuzey mi desem Doğu mu yönümü şaşıralı çoktan
o gün bu gün havada daireler çizen bir kuş
çatımda konaklıyor her akşam
senden aşağısı çıkmaz sana gelsem trafik yoğun şehrin caddeleri
üstüme üstüme farlar neonlar
çocuklar mı acıkmış masada solgun bir gül
senli bir ayna hangi pencereye baksam
necatigil’den bu yana bütün evler akrabam
mülk yok ten solgun canım dar
balkonda bir saksı ve kurumuş sardunyalar
alyuvarlarım azalmış solgunluğum bundan
yazdan çıkmış da kışa girmemiş gibi
bir muammayım kendime bir geçit
istediler verdim boynum ellerim ruhum
onlarındı kimdiler hiç bilmedim
bu kemer Tanzimat’tan Cumhuriyet’e
sık sık nereye kadar gövde tükendi
bak muamma dedim şimdi kızarlar
uzun kara bıyıklı Türk erkekleri
kısa güne kârdır diye karanlığı saklarlar
uzun boyluydu babam ve bıyıklı ve kara
ama kızmazdı kelimelerim ortalığa saçıldığında
annemse yazılmamış bir romanın yaşayan kahramanı
ben bu yüzden çok şaşırdım hayata çıktığımda
toparlan ve sakla kendin olan ne varsa
içimi bir ağaca döktüm denize girdim hayat
böyle bir şey olmalı sözünü ilk ona söyledim
bir de sana kalp ağrım şimdiki zamanım
ve öncem sonram kundağım ve kefenim
baktım olmuyor dünya ikimize az
sana kendimde bir oda verdim
kulakları çınlasın Virginia
kendine ait bir oda, dediğinde sandık ki duvar kapı menteşe
yokmuş hayalmiş evler istim üstünde
mülküm bedenim seni sevdikçe çoğalıp genişledim
uzun muydun bıyıkların var mıydı kara
adın mıydı ben yokken sen
kimdin sevgilim?
benden sana çok yol var çıkarsan kaybolursun
adını unuttuğunda kapımı tıklat
varlığım vardığındır, orda seni bulursun
kim çözer aramızda git gel bir muamma
çözülmedik bir şey kalsın ortada
adını biz verelim bizden olma
bir şey, dönüyor, sevgilim, adı Dünya
Çiğdem Sezer
Kitaplık Eylül 2010
benden sana çok yol var ağaçlar kalp ağrısı
sadakat dediğin havuzda bir yaprak sarı mı sarı
başka dilde bir şey bu devrik cümlem ana dilim
bende duyup sende söylediğim
diyelim bir okul dağıtmış karneleri hâl ve gidiş berbat
bir yolum sana çıkıyorum kar yolları kapatmış
Kuzey mi desem Doğu mu yönümü şaşıralı çoktan
o gün bu gün havada daireler çizen bir kuş
çatımda konaklıyor her akşam
senden aşağısı çıkmaz sana gelsem trafik yoğun şehrin caddeleri
üstüme üstüme farlar neonlar
çocuklar mı acıkmış masada solgun bir gül
senli bir ayna hangi pencereye baksam
necatigil’den bu yana bütün evler akrabam
mülk yok ten solgun canım dar
balkonda bir saksı ve kurumuş sardunyalar
alyuvarlarım azalmış solgunluğum bundan
yazdan çıkmış da kışa girmemiş gibi
bir muammayım kendime bir geçit
istediler verdim boynum ellerim ruhum
onlarındı kimdiler hiç bilmedim
bu kemer Tanzimat’tan Cumhuriyet’e
sık sık nereye kadar gövde tükendi
bak muamma dedim şimdi kızarlar
uzun kara bıyıklı Türk erkekleri
kısa güne kârdır diye karanlığı saklarlar
uzun boyluydu babam ve bıyıklı ve kara
ama kızmazdı kelimelerim ortalığa saçıldığında
annemse yazılmamış bir romanın yaşayan kahramanı
ben bu yüzden çok şaşırdım hayata çıktığımda
toparlan ve sakla kendin olan ne varsa
içimi bir ağaca döktüm denize girdim hayat
böyle bir şey olmalı sözünü ilk ona söyledim
bir de sana kalp ağrım şimdiki zamanım
ve öncem sonram kundağım ve kefenim
baktım olmuyor dünya ikimize az
sana kendimde bir oda verdim
kulakları çınlasın Virginia
kendine ait bir oda, dediğinde sandık ki duvar kapı menteşe
yokmuş hayalmiş evler istim üstünde
mülküm bedenim seni sevdikçe çoğalıp genişledim
uzun muydun bıyıkların var mıydı kara
adın mıydı ben yokken sen
kimdin sevgilim?
benden sana çok yol var çıkarsan kaybolursun
adını unuttuğunda kapımı tıklat
varlığım vardığındır, orda seni bulursun
kim çözer aramızda git gel bir muamma
çözülmedik bir şey kalsın ortada
adını biz verelim bizden olma
bir şey, dönüyor, sevgilim, adı Dünya
Çiğdem Sezer
Kitaplık Eylül 2010
13 Haziran 2010 Pazar
Çiğdem Sezer'i Almancada okuyun..
Akelei (HASEKİ KÜPESİ)
ein gemälde an der wand ein toter auf den schultern
ein haus verliert sich
in dieser welt in der ich aufwache ist alles neu
in ihrer brust die flüsse und berge meiner heimat
die postämter vögel auf den drähten
das sind deine türen fenster
fischer die netze auswerfen teehäuser
das sind die stunden stell dein herz
wir steigen auf den berg machen ein feuer sehen den mond
ihre pferde gesattelt in ihren mähnen der wind
ich ging und kehrte zurück ein schmaler dorfweg
hier sind wir alle das sind die häuser zimmer
wir so plätzevoll straßenvoll
gehen aus uns hier ist april
wo der brustknochen beginnt
dieser regen an den fingerspitzen
sich wölbende erde flutendes wasser
wenn wir uns nicht so liebten
niemand würde sich erinnern vergessen zu haben
du jetzt erinnerst schneller werdender hase
die wiesen und felder wachsen du jetzt
in meiner brusttasche schlüssel und uhr mit kette
befreie ich mich schaudere in der leere
du dich lösend von einem gletscher jetzt
in dieser welt in der ich aufwache ist alles neu
auf meiner brust heilkräuter akeleien
(Übersetzung: Dilek Dizdar)
Çiğdem Sezer
vögel im eisenschrank (ÇELİK KASADA KUŞLAR)
liebe ist grausam
liebe ist grausam
dort reißt sich ein wald das herz heraus ...
schäumend das wasser
schäumend der wasserfall
ein wald so außer sich so grausam
ziehe mir die dornen aus den fingern
hebe meine finger für dich auf
ich bin meine strafe
gewöhne mich an mich
du hast welchem wald dein herz
in einem eisenschrank anvertraut
und bedeckend deine wunde mit den augen
im liebesakt mit einer blinden frau
liebe ist grausam
liebe ist grausam
lehnt sich an ihr ebenbild
die kachel glänzt
schluckt das licht
vögel im eisenschrank
halten des lebens schüchternheit
die luftlosigkeit im innern
dringt nach draußen
wir lösen das geheimnis des lebens
ziehen uns aus
dies das kleid des schweigens
und dies die eile des bleibens
hier strumpf hier haut und der schwere
geruch von gebratenem
w-i-r w-e-r-d-e-n b-e-f-r-e-i-t
zieh mir die nadeln aus der haut
reib mir die haut mit meereswasser
ich bin meine strafe
liebe mich
vögel im eisenschrank
brachen das geheimnis des lebens auf
(Übersetzung: Şebnem Bahadır) Çiğdem Sezer
wie ein reh gewandt im gehen (TAY GİBİ GİTMELERE KIVRAK)
der tod ist manchmal einen zug verpassen
auch züge haben ein herz
bäume häuser himmel
haben ein herz gu-guck gu-guck
tönt unaufhörlich die uhr
drei-fünf, dreiundzwanzig vierundzwanzig
deck mich zu mit dir
im langen warten bei dir meine hand
nimm an ich sei gestorben und
schwör auf meinen tod nicht zu vergessen
ich bin willkommen traum erinnerung
ein meer zwischen ebbe und flut
wie ein reh gewandt im gehen
wie ein hase gewillt dem kuss
ein hirsch
am geweih der scheinende mond
hinter dem mond einen wald nimm an
suchend verließ ich die geographie
auf der grenze der ich mich hingab
zogen mütter ihre söhne groß
und es lauschte ein stummer baum
der welt
ein berggipfel muss ich sein
mit den herausgerissenen
eisenbahnschienen schlafend muss ich
zuerst mich
dann mich
und hin und wieder mich
töten
beim ersten pfeifen renn beim zweiten schau nach vorn
halt an und horch
keine wolke keine taube
wind sein einem baum
bring deinen rock in ordnung deine busenspalte
die vögel füttern verboten
häng dir das schild um den hals
wir sind an der haltestelle des abgrunds
fliegen oder fliegen
zuerst wird das herz im baum aufhören zu schlagen
dann der himmel
wie eine schaukel mit kaputten seilen
dann die schienen herausgerissen
und das meer
wird sein herz einem berg überlassen
wie aber werden wir noch leben
den traum mehrend
aus unreifen trauben marmelade zu kochen wie
sterben
liebling
ich bin willkommen traum erinnerung
dann wachsen die söhne die töchter
gu-guck gu-guck die uhr an der wand
dreiundzwanzig, vierundzwanzig
deck mich zu mit dir
(Übersetzung: Dilek Dizdar)
ein gemälde an der wand ein toter auf den schultern
ein haus verliert sich
in dieser welt in der ich aufwache ist alles neu
in ihrer brust die flüsse und berge meiner heimat
die postämter vögel auf den drähten
das sind deine türen fenster
fischer die netze auswerfen teehäuser
das sind die stunden stell dein herz
wir steigen auf den berg machen ein feuer sehen den mond
ihre pferde gesattelt in ihren mähnen der wind
ich ging und kehrte zurück ein schmaler dorfweg
hier sind wir alle das sind die häuser zimmer
wir so plätzevoll straßenvoll
gehen aus uns hier ist april
wo der brustknochen beginnt
dieser regen an den fingerspitzen
sich wölbende erde flutendes wasser
wenn wir uns nicht so liebten
niemand würde sich erinnern vergessen zu haben
du jetzt erinnerst schneller werdender hase
die wiesen und felder wachsen du jetzt
in meiner brusttasche schlüssel und uhr mit kette
befreie ich mich schaudere in der leere
du dich lösend von einem gletscher jetzt
in dieser welt in der ich aufwache ist alles neu
auf meiner brust heilkräuter akeleien
(Übersetzung: Dilek Dizdar)
Çiğdem Sezer
vögel im eisenschrank (ÇELİK KASADA KUŞLAR)
liebe ist grausam
liebe ist grausam
dort reißt sich ein wald das herz heraus ...
schäumend das wasser
schäumend der wasserfall
ein wald so außer sich so grausam
ziehe mir die dornen aus den fingern
hebe meine finger für dich auf
ich bin meine strafe
gewöhne mich an mich
du hast welchem wald dein herz
in einem eisenschrank anvertraut
und bedeckend deine wunde mit den augen
im liebesakt mit einer blinden frau
liebe ist grausam
liebe ist grausam
lehnt sich an ihr ebenbild
die kachel glänzt
schluckt das licht
vögel im eisenschrank
halten des lebens schüchternheit
die luftlosigkeit im innern
dringt nach draußen
wir lösen das geheimnis des lebens
ziehen uns aus
dies das kleid des schweigens
und dies die eile des bleibens
hier strumpf hier haut und der schwere
geruch von gebratenem
w-i-r w-e-r-d-e-n b-e-f-r-e-i-t
zieh mir die nadeln aus der haut
reib mir die haut mit meereswasser
ich bin meine strafe
liebe mich
vögel im eisenschrank
brachen das geheimnis des lebens auf
(Übersetzung: Şebnem Bahadır) Çiğdem Sezer
wie ein reh gewandt im gehen (TAY GİBİ GİTMELERE KIVRAK)
der tod ist manchmal einen zug verpassen
auch züge haben ein herz
bäume häuser himmel
haben ein herz gu-guck gu-guck
tönt unaufhörlich die uhr
drei-fünf, dreiundzwanzig vierundzwanzig
deck mich zu mit dir
im langen warten bei dir meine hand
nimm an ich sei gestorben und
schwör auf meinen tod nicht zu vergessen
ich bin willkommen traum erinnerung
ein meer zwischen ebbe und flut
wie ein reh gewandt im gehen
wie ein hase gewillt dem kuss
ein hirsch
am geweih der scheinende mond
hinter dem mond einen wald nimm an
suchend verließ ich die geographie
auf der grenze der ich mich hingab
zogen mütter ihre söhne groß
und es lauschte ein stummer baum
der welt
ein berggipfel muss ich sein
mit den herausgerissenen
eisenbahnschienen schlafend muss ich
zuerst mich
dann mich
und hin und wieder mich
töten
beim ersten pfeifen renn beim zweiten schau nach vorn
halt an und horch
keine wolke keine taube
wind sein einem baum
bring deinen rock in ordnung deine busenspalte
die vögel füttern verboten
häng dir das schild um den hals
wir sind an der haltestelle des abgrunds
fliegen oder fliegen
zuerst wird das herz im baum aufhören zu schlagen
dann der himmel
wie eine schaukel mit kaputten seilen
dann die schienen herausgerissen
und das meer
wird sein herz einem berg überlassen
wie aber werden wir noch leben
den traum mehrend
aus unreifen trauben marmelade zu kochen wie
sterben
liebling
ich bin willkommen traum erinnerung
dann wachsen die söhne die töchter
gu-guck gu-guck die uhr an der wand
dreiundzwanzig, vierundzwanzig
deck mich zu mit dir
(Übersetzung: Dilek Dizdar)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)