2 Ekim 2011 Pazar

KENTLERİN ROMAN KAHRAMANLARI : SEMTLER

Çiğdem Sezer

KENTLERİN ROMAN KAHRAMANLARI : SEMTLER

Bizi şaşırtan, içine alan ya da dışarıda bırakan kentler…
İnsanın en büyük hazinesi olan çocukluğu saklayan kentler…
İçimizi acıtan ama yine de vazgeçemediğimiz kentler…
Aşklarla, ayrılıklarla, acılarla, sevinçlerle harmanlanmış kentler…
Bizi “biz” yapan ya da “bizi bizden alıp kendine katan” kentler…

Binlerce cümle kurdurabilir kentler; kitaplar yazdırabilir ya da tüm sözcükleri yutup sessizliğine katabilir bizi. Her durumda bir yaşanmışlığı ya da bir hayali taşırlar içlerinde; o yaşanmışlık ya da hayal bizimdir, bize aittir, biliriz ama yine de koparıp alamayız onu kentin göğsünden. “Hatıraların bendedir ve onlar bende oldukça sen bana mahkûmsun,” der gibidirler bu halleriyle. Bu mahkûmiyet bazen çaresizliği besler, bazen ait olmanın ilk halini duyumsatır; ama her durumda bize ait olanı saklar kent .

Dünyanın “hatıra defterleri” dir kentler; bizim hatırlayamadıklarımızı da bizim için saklayan.

Bir romanın sayfalarını çevirir gibi dolaşabiliriz kentin sokaklarında; ölçülemez bir hızla akıp giden zamanı aralayıp bakabiliriz oradan dünyaya.
Kent bir romansa “semtler” de o romanın kahramanları değil midir?
Kuşkusuz öyledir.
Bu inançla yola çıkmıştı Heyamola Yayınları ve “Türkiye’nin Kentleri” kitap dizisini çıkarmaya başlamıştı. Şimdilerde 24 kent kitaplaştırılmış, 17 kentin yazımı devam ediyor. Ülke ortalamasına bakıldığında azımsanmayacak ölçüde okura ulaştı bu kitaplar, ilgi gördü. Sonrasında kent bütününden semtlere çevrildi dikkatler ve önce İstanbul’un seksen semti kitaplaştırıldı. Ardından İzmir’in semtleri geldi; kırk bir semt, kırk bir yazar tarafından birer kitap olarak çıktı okurun karşısına. Üçüncü olarak da “Trabzon’ur Yolumuz” seslenişiyle Trabzon’un semtleri kitaplaştırıldı; 22 yazar, Trabzon’un yirmi iki semtini yazdı ve yirmi iki kitaplık bir dizi çıktı ortaya.

Biz de “Her kent bir romansa, semtler de o romanın kahramanları değil midir!” dedik ve bu gözle baktık bir de “Trabzon’dur Yolumuz” kitap dizisine. Kuşkusuz tüm metinlerde olduğu gibi burada da okurun duyuşsal-düşünsel farklılıkları etkili olacak ve herkesin roman kahramanı kendince şekillenecektir. Ben kendi “roman kahramanlarım”ı bulup çıkarttım Trabzon’un semtlerinden. Sizinkiler bambaşka karakterler de olabilir. “Herkesin roman kahramanı kendine!” diyelim ve Trabzon’un sokaklarını bir romanın sayfaları gibi çevirelim bakalım hangi kahramanlar çıkacak karşımıza!
Önce Arafilboy (Aya Filibo) ve Sotka (Sotkha); bu iki semt, binlerce yıl kentin iki önemli kapısını oluşturmuşlar; kente tüm giriş çıkışlar buralardan gerçekleşmiş. Arafilboy kentin doğu kapısını, Sotka da batı kapısını oluşturmuş. Sotka denizle iç içedir; Arafilboy’sa denizin hemen yanı başında. Venedikliler Sotka tarafında kurmuşlar kolonilerini, Cenevizliler Arafilboy tarafında. Kentte yakın geçmişe kadar devam eden Arafilboy- Sotka çekişmesinin kaynağı o döneme mi dayanıyor yoksa? Bu iki semt bıçkın birer delikanlı olurlar roman içinde; “mahallenin namusu”ndan sorumlu, kavgadan kaçmayan, dövüşmek kadar sevmeyi ve paylaşmayı da bilen, iyi yürekli kahramanlardır bunlar. Bütün çabaları semtlerinin bütünlüğünü korumak içindir. Geleneksel, muhafazakâr, paylaşımcı, yardımsever ama gerektiğinde ölümüne dövüşebilen kahramanlar… Zaten roman sonunda ya ölürler ya hapishaneye düşerler ya da kuytu bir kahvehanenin badanası sararmış, sıvası dökülmüş duvar dibinde nargile içerler. Yaşlanmışlardır, güçleri azalmıştır ama dikkatli okur, ayak izlerini görebilir, yakıcı naralarını duyabilir sessiz sokak aralarında. Kentin hızlı değişiminden en çok onlar etkilenir; bir zamanlar “ait olma”nın ilk adımı onlarla atılmıştır ve belki de bu yüzden en çok onlar yaşar yabancılaşmanın hüznünü, çaresizliğini…

Bir diğer “delikanlı” semtimiz de Faroz’dur ; Faroz da Sotka gibi denizle iç içedir ( birbirleriyle de iç içedir aslında bu iki semt ve benzer yaşantılar sürdürürler). Belki bundan, daha neşeli, dışa dönük, ne yalan söylemeli daha yakışıklıdırlar.

Bu semt-kahramanlarımızın tümü denize âşıktır!
Yenicuma da “delikanlı” semtlerindendir Trabzon’un; ama içine kapalı bir kahramandır o.Asla elde edemeyeceğini bildiği aşkına bakar gibi yukardan bakar denize. Umarsız ve öfkelidir ama öfkesini de kendi içinde taşır ve diğerleri arasındaki kavgalara karışmaz; mağrur ve suskun kahramanıdır romanın. Bu duruşta, yenilgiyi baştan kabul etmiş olmanın ezikliği de yok mudur bir parça! Kimbilir!
Kavakmeydan, kent- romanın yakışıklı futbolcusudur; bütün kahramanların âşık olduğu deniz, Kavakmeydan’a âşıktır. Kavakmeydan, denizin ilgisini üzerinde toplamaktan mutludur; karşılıksız bırakmaz bu ilgiyi ama onun gerçek aşkı futboldur!
Ayasofya, ağırbaşlı, yaşlı papazıdır romanın; cemaati kalmamış bir kilisenin loş koridorlarında hüzünle dolaşan…

Kalekapı, yorgun bir ihtiyardır; bütün çocuklarının terk ettiği.
Boztepe, koynunda kuş besleyen eski bir avcıdır; bir tepeden, kente hüzünle bakan… Herkes onu kambur garsonu olarak bilir çay bahçesinin ama o koynunda kuş beslemeyi sürdürür gizli gizli.
Moloz, veresiye defterleri arasında kaybolmuş bir toptancı, Mumhaneönü emektar bakkalıdır romanın. “Merhaba Pirinç, merhaba şeker!” diyerek güne başlar her ikisi de.
Uzunsokak, yaşlı, aydın bir bürokrattır ve uzun saçlı oğluyla başı derttedir çoğu zaman.
Soğuksu, zengin bir ailenin kendine ait bisikletiyle hava atan çocuğudur. Bütün çocuklar o bisiklete hayrandır ve bir gün öyle bir bisiklete sahip olmayı dilerler. O gün geldiğindeyse bisiklete binecek alan kalmamış olacaktır ortalıkta.
Hacıkasım, narin bir kalem efendisidir.
Kalkınma, bir üniversitede öğretim görevlisidir ve gençlerin hayata adım atışlarını izlemek en büyük zevkidir.
Meydan, romanımızın bilge kişisidir; binlerce yılın öyküsünü taşıyan kalbi yorulmuştur artık.

Ganita, romantik- entelektüel kişisidir romanın. Yazdığı şiirleri yalnızca “dilini bilenler”in okuyabileceği bir şairdir o.
Ortahisar, saraylı bir hanımefendidir; güngörmüştür, usul erkân bilir. Yaşlanmış, epeyce şişmanlamıştır ve bu haliyle de saraylı zarafetini sürdürmeye çalışmaktadır.
Kemeraltı, çift kişilikli bir gece bekçisidir; aydınlıkta şen şakrak bir delikanlıyken, karanlıkta gizemli bir gölgeye dönüşür sokak aralarında.
Erdoğdu, arada kalmışlığın gel gitlerini yaşayan öksürüklü bir amcadır; hızla top sektiren bir delikanlı olduğunu görür rüyalarında.
Çömlekçi, kızı kötü yola düşmüş dertli bir annedir.
Okludere, Çömlekçi’nin dert ortağı komşu kadındır.
Bu kent - romanın “kötü adam”ı kim midir? Elbette ki “çarpık kentleşme”! Kent - romanın tüm sayfalarında sinsi bir gölge olarak varlığını sürdürdüğü hatta işi çığırından çıkarıp olur olmaz sahnelerde arz-ı endam eylediği için ayrıca ele alınmamıştır!
Roman boyunca kahramanlar bir yandan kendi içlerinde ayrı yaşamlar sürdürürken, öte yandan bir şekilde yolları kesişir ve kâh hüzünlü kâh sevinçli zamanları paylaşırlar.
Bilirler; her biri ayrı birer değerdir roman içinde. Birini çekip alsanız, diğeri eksilecektir.
Bilirler, bir kenti oluşturan sokaklar gibidir roman kahramanları; birbirine ulaşmayı, birbirinin hayatına değmeyi sağlayan.
Her biri “başkahraman” olarak görmek ister kendisini elbette; ama bilirler ki “başkahraman” olmaktan daha önemlidir vazgeçilmez olmak…
Semtler, kent-romanın vazgeçilemezleri değil midir!
***
“…kimiz biz, deneyimlerin, bilgilerin, okunmuş metinlerin, imgelerin oluşturduğu bir bileşke değilsek neyiz her birimiz? “
Böyle der, Italo Calvino “Amerikan Dersleri” adlı yapıtının bir yerinde.
“Roman kahramanları” da bu bakış açısıyla görülmeli değil mi?
Kent- romanın kahramanları semtler de böyledirler; deneyimler, bilgiler, metinler ve imgelerin oluşturduğu bir bileşke!
Semtleri hikâye etmek, kentin birikimini hikâye etmekse –ki öyle olmalı-; bu hikâyeler, kentin kapılarını ardına kadar açacaktır bize ve orada saklı kalanı hissetme, anlama olanağı sağlayacaktır; kültür başkenti olduğu dönemlerin birikimini, ticaretin kalbi olduğu dönemlerin varsıllığını, din farkının gözetilmediği yaşantıların renkliliğini ve daha neleri…
“Trabzon’un Semtleri” dizisi de bunu yapıyor; öte yandan binlerce yıllık kültür mirasının, sosyolojik yapının gündelik politikalara, popüler olana nasıl yenildiğini de gösteriyor elbette.
Kent - romanın kötü adamı “çarpık kentleşme”dir, demiştik ama romanı okumayı, yorumlamayı sürdürdükçe, bu “kötü adam”ın arkasında başka güçler (!) olduğunu da düşünüyorsunuz; biz bu “başka güçler”in varlığını kâh bir kurşun sesi, kâh tiz bir çığlık olarak duyumsarız satır aralarında ama gerçekte başka bir kent-romanın konusu-kahramanı olacak kadar ağırlıklıdır.
O “başka güçler” değil midir Çömlekçi’nin kızını kötü yola düşüren, Gazipaşa gibi aristokrat bir hanımefendiyi, konağını müteahhide vermek zorunda bırakan, kentin kalbi olan Meydan’ın kalbini yoran –yormak ne kelime “oyan”-, Erdoğdu’yu iki arada bir derede, Ganita’yı anlaşılamamanın hüznünde, Uzunsokak’ı koskocaman bir çıkmazda, Faroz’u, Sotka’yı denizin uzağında bırakan ve Hacıkasım’ı kimlik bunalımına sokan!
Dileriz gelecek kent-romanlardaki semt-kahramanlarımız da “başka güçler”in varlığını yadsımazlar. Aksi halde “ölü kahramanlar” olarak geçeceklerdir kent -romanlar tarihine!
Roman Kahramanları sayı: 8
Ekim/Aralık2011