24 Mayıs 2009 Pazar

Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon Üzerine


Trabzon kitabını bir kadının yazmasının, oluşumundan bugüne değin bir cinsin sürüklenen yazgısına nesnel bakabilmeyi de getirdiğini gözlemledim. Trabzon’a bakarken, tüm Anadolu’ya bakabiliyoruz aslında tümceler arasında. Yazar kaleminin gücüyle bunun bir simge kent olmasını da seriyor okurun önüne.

O kentte doğup büyümüş de olsanız, dahası okullarında okuyup, denizinde serinleseniz de; yaşadığınız çağın öncesine bir yolculuk yapmalısınız böyle bir yapıtı hazırlarken. Çiğdem Sezer’de bunu yapıyor. Seçtiği uzun ve zorlu yolculukta bütün yollar onu, “Tarihin dişi yanı eksiktir,” saptamasına taşıyor. Yine, ”Trabzonlu kadının, Fadime karakteri ile simgeleştirilmesinin bile kadının birey olarak değil, toptancı bir yaklaşımla algılandığının bir delili olduğunu,” düşündürüyor. Düşündürmenin de ötesine taşıyarak zaten belleklerimizde var olan düşüncemizi pekiştiriyor. Bu saptamalarla bir kentin tarihsel süreçlerden süzülerek günümüze değin eksiksiz aktarımına yaşamsal örneklerle tanıklık ediyor.

Bütün bunları yaparken anlatmaya çalıştığı, yaşanmış zaman parçalarına eklemlenmeyi de başarıyor. Yazma sürecinde çoğalarak ete kemiğe bürünüyor tanımladıkları ve duyumsadıkları. Dilinin akıcılığına yakıcılığı ekleniyor… Şiirlerinden tanıdığım, İstanbul Tüyap’ta ayaküstü tanışmayla somutlaşan Çiğdem Sezer görüntüsü sayfalar ilerledikçe daha da netleşiyor belleğimde.

Bu yapıt bir kentin salt tanıtımı değil. Doğrusunu söylemek gerekirse, illerin kitapları tasarcasını ilk duyduğumda ben de kısır bir tanıtımla sınırlı olacağını düşünmüştüm. Örneklerinden yola koyulduğumda daha çok ilgimi çektiğini, özellikle, ”Kalbimin Kuzey Kapısı” Trabzon yapıtının beni doğduğum toprakları, Samsun’u yazmaya taşıdığını söylemeliyim. Dahası doğup büyüdüğüm kentin, bana dönük yüzündeki kalın sis perdesini aralamasını sağladığını da açık yüreklilikle eklemeliyim.

Bu yapıtta, yazar, bir kentin salt ışıklı yüzüne tutmuyor aynasını. Geleneksel güzellikleri ve değerleri anılarıyla besleyerek varsıllaştırıyor. Kendi örgülediği zaman parçasından yükselen ezgilerin tanıdık sesi geliyor okurun kulaklarına… Ve en özgün haliyle taşınıyor günümüze. Trabzon’un asık suratından sıyrılıp, güleç yüzüyle yola koyuluyor. Yılların ve yaşam biçimlerinin altüst ettiği değer yargılarının bir kente nasıl kan ve can kaybettirdiğinin ayrıştırmasına taşıyor okuru.

Yine bu yapıtla yazar belli kalıplardaki bir kent insanının yaşamsal değişimlerle sarsılmasının nedenlerini de sorguluyor. Karadeniz insanının direngenliğini, her koşulda yaşama sıkı bağlarla tutunmasının ayrıntılarına çekiyor bakışları.

Özellikle, Gündoğdu Sanımer’den söz ederken, yüreğinin alazını katlayarak yüklüyor sözcüklere… Sözcüklerin buğusunu ve sıcaklığını okurun hem yüreğinde hem yüzünde duyumsatabilmenin ustalığını sergiliyor öyle fazla uğraşıp sözü dallandırıp budaklandırmadan!
Öylesine içten ve sahici ki anlatıları; Çiğdem Sezer’e ve Trabzon’a yan yana bakma olanağı da buldum tümceler arasında… Belki de bu yapıtla enikonu tanış oldum Sevgili Çiğdem Sezer’le…
Aynı kuşağın yine aynı bölgede doğup büyüyen insanı olarak, süt tozuyla beslenmeye, hamsinin, balığın en bereketli yıllarına tanıklık etmiş biri olarak da tanış buldum kalemini…
“Sinek kadar kocam olsun. O da başımda bulunsun,” söyleminin içine sıkıştırılıveren, tarihsel süreç boyunca ötekileştirilen kadın kimliğini ve bunları gün yüzüne çıkarırken ki duruşunu da tanış buldum.

Yanlış anlaşılmasın, kadınla ilgili öteleme salt Karadeniz’de yoktur elbette… Ne ki insan en iyi tanıklık ettiğini yazar. En yakınındakinin yüreğine dokunur önce… Bir kente eğrisiyle, doğrusuyla çıplak gözle bakmak; o kentle yüzleşmeyi de getirmektedir; sorgulamayı da… Üstü örtülen nice gerçeğin üstündeki sis perdesini aralamaktadır bu yapıtla Çiğdem Sezer! Yerel halkın kuşaklar boyunca, Aşıklar Parkı olarak andığı bir parkın adının bir padişah adıyla değiştirilmesindeki yapaylık seriliveriyor gün yüzüne… Halkın o parkı hâlâ eski adıyla anması söze dökülmeyen bir tepkidir yerel yönetimlerin sağlıklı olmayan kararlarına… Yazar bu saptamayı yaparken bu tür tutumların halka yansırken nasıl kırıldığının altını çiziyor yüreklice.
Toplumsal gelişim ve değişim süreçleriyle orantılı olmayan kararların sözde kalacağını da imliyor bu saptamayı yaparken…
Bir kentin tarihsel süreçler boyunca oluşan kimliğiyle çelişen tutum ve zaafların kent kimliğinde eğreti duruşu kaçınılmazdır. Nataşa konusunun Karadeniz kentleri üzerinde yerleşik değerleri sarsmasının nesnel bir saptamasını da yapıyor.

Bu yapıtın bana ve benim gibi başka bilmeyenlere en önemli getirisi; dilden dile dolaşan, Trabzon’un kimi köylerinde, Rumca konuşulma nedenlerinin ayrıştırmasıdır. Bugün bile o yörede yaşayan insanların konuşma diline giren Rumca kökenli sözcüklerin ayrımına varmaktır. Bu dil harmanının her iki ulus içinde de bulunduğuna tanıklık ediyoruz bu yapıtla. Yunanistan’a göçen Rumların dilinde de Türkçe sözcüklerin bulunduğu saptamasına taşınıyor okur…

174’üncü sayfada, “Zinos, karaymisin, kohlist, zizil ve gonzilis gibi sözcüklerin Türklerin dilinde olmasını; “Bu sözcükleri biliyor, yazıyor ve konuşuyor olmak bir zenginliktir; yozlaşma ya da kimlik erozyonu değil. Diyelim ki uzak bir kentte, solucana zizil diyen birine rastladınız, neler hissederdiniz? İşte öylesi bir yakınlık, yaşantı ortaklığı yaratır, sözcükler ve diller.” Söylemindeki coşku dalgalandırıyor barındığı tümceleri… Ne ki bu konuya katılamayacağımı söylemeliyim. Ayrı iki ulustan insanların bir arada yaşarlarken dillerine birbirinin sözcüklerinin karışması doğaldır. Ama bu sözcükleri biliyor, konuşuyor ve yazıyor olduğu; dahası bunun varsıllık olduğu noktasında ayrılıyor düşüncelerimiz. Aynı koşullarda yaşayan insanların gönül birlikteliği yaparken ortak bir dil geliştirmelerini de anlayabilirim. Türkçe, olanakları zorlandığında dünyanın en varsıl dillerinden biridir. Çocukluktan gelen alışkanlıkla dilimize yerleşen kimi sözcükleri de hoş görebiliriz.

Ancak belli eğitimlerden geçmiş dil bilinci olan bir yazın emekçisinin dilindeki bizim olmayan sözcükleri ayıklamasını beklerim. Konuşma dilimizde zor olsa da, yazı dilinde bunu denetleme olanağımız olduğu tartışılamaz bir gerçektir. Bu örneğe yozlaşma ya da kimlik erozyonu demesem de dilde özensizlik diyebilme özgürlüğüm olduğu yadsınamaz.
Konu edilen rastlaşmaların “yakınlık, bir yaşantı ortaklığı,” olduğu saptamasına katılmakla birlikte; “Söz uçar, yazı kalır,”söyleminden yola çıkarak, bu sözcüklerin yazı dilimizde kullanılması, olsa olsa kişisel bir seçimdir. Bu seçimin dilimizi zenginleştirdiği savının ırağında durduğumu yinelemeliyim.

Yine 175’inci sayfada, ”Bilinir ki estetik ve tarihi değerlere sahip çıkmamak, kentleri kimliksizleştirir,” saptamasına katılmamak olası değil! Ancak dilimizi de bu söylemle yan yana düşünmek gerektiğini söylemeden geçemeyeceğim. “Dil kimliktir,” söyleminde gizlidir hepsi…
“Kalbimin Kuzey Kapısı” Trabzon yapıtında, Sevgili Çiğdem Sezer’in özellikle anılarla bezenen anlatısından çok etkilendiğimi söylemeliyim. Tümceler arasında anıların yakıcı tınısını duyduğumu ekleyerek hem de! Karadeniz’in yayla yollarında ki yol havalarına taşındım. Görüntüsü ve yaşamın içindeki salınımıyla insanın yüreğine işleyen bir yapıyı anlatırken canlanmasına sözcüklerin… Sözün tam da burasında zamanı dondurabiliyor Küçük Aynasıl Klisesi…
Yine zamanın koynundaki bilge duruşuyla, İskender Paşa Camii için söylemlerinin ardındaki nesnel bakışı, değerlerin gün yüzüne sağlıklı salınımını da getiriyor. Bu bakışla, günümüzde ötekileştirilen, dahası ötekine yaşam hakkı tanımayanlarca anılan Trabzon için bu ayrıştırmanın yapılmış olmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum.
250 sayfalık bir çığlık Çiğdem Sezer’in kalemiyle dillenenler. Her gün giderek artan kimlik kaybının nedenlerine taşırken okuru, bir kenti kent yapan değerlerin yitişine güçlü bir karşı koyuş aynı zamanda.

Değişen dünyada, bu değişimden payına düşenleri, yerleşik değerlerin ve yaşamsal olanların süzgecinden geçirmeden alarak kimliksizleşen bir kentin yitiklerinin ardından yakılan ağıta dönüşüyor sesi…

Çiğdem Sezer’in sesinin yankısı kulaklarımda düştüm Karadeniz yollarına…
Bir kentin dünüyle bugününü harmanlayarak, tarihin eksik yanına önemli bir tuğla koyduğunuzu söylemeliyim. Bundan böyle boşlukları dolar mı tarih dizgelerinin? Bu soruyu da zaman denen bilge yargıca bırakmayı yeğliyorum.
Kalemine, yüreğine ve belleğine sağlık Sevgili Çiğdem Sezer!
2008 İZMİR
Zübeyde Seven Turan