7 Eylül 2008 Pazar

Aşklar ve Baharatlar Üzerine Söyleşi

ÇİĞDEM SEZER’LE “AŞKLAR VE BAHARATLAR”
ÜZERİNE

ŞABAN AKBABA

* Sizi ödüllü şair kimliğinizle tanıyoruz. Yazın dünyamızdaki yeriniz tam olarak böyleydi. Ancak son zamanlarda anlatı alanında da görmeye başladık. “Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon”dan sonra “Aşklar ve Baharatlar”*… Klasik bir soru: Bu geçiş zor olmadı mı? Neden gereksindiniz ve nasıl gidiyor?


Ç. Sezer: Şiirle ilişkimde bir değişiklik yok; hep olageldiği gibi gel-
gitli, fırtınalı bir ilişki bizimki. Şiir, hayatla didişmek-sevişmek gibi benim
için. Varsın bu da klasik bir yanıt olsun; şiir, benim “gerçek varlık” alanım.
Öyle olmaya da devam edecek.Romansa asla bir “gereksinim”den doğmadı.
Bazıları inanmak istemese de kendiliğinden gelişen bir süreç oldu bu. “Bir
gün mutlaka bir roman yazacağım” gibi bir düşüncem hiç olmadı. Tersine, şiir
dışında yazacağım tek şey şiir üzerine denemeler olur, der dururdum. Ama bir
gün ne olduysa oldu ve kendimi “Aşklar ve Baharatlar” ı yazarken buldum.
Bunda edebiyat dünyasındaki içtenliksiz, yapay ilişkilerin, iktidar(!)
kavgalarının, yitirilmekte olan insani özün ve tüm bu olan bitenin bende
yarattığı kendine çekilmenin bir etkisi olmuş mudur bilmem. 7.4 şiddetinde
fiziki bir depremin ardından yeni bir kent, yeni bir yaşam...Sil baştan bir
dünya kurmaya çalışmak…Ve bu arada yıllardır yaşadığım taşradan sonra
başkentin farklı atmosferi…O yıllarda soluk alabiliyor olmanın dışında hiçbir
şey gerekmiyor gibiydi benim için. İnsanların küçük şeyler için kavgaları,
kırgınlıkları,hırslar, kıskançlıklar…saçma sapan geliyordu. Yaşıyorlardı ve
bunun ayırdında değil gibiydiler. Bir süre öylece izledim; yaşıyor olmaktan
çok “gözlemci” olmak gibi bir şeydi bu. Gördüklerim beni mutsuz etmeye
başladığında da kendime döndüm ve orada “Aşklar ve Baharatlar” ı fark ettim.
Yazdım. Hepsi bu. Ve iyi gidiyor, çok iyi. Şiir, bazen öyle dayanılmaz hüzünler
bırakıp çekip gidiyor ki o hüzün dayanılmaz, yaralayıcı olabiliyor. Romansa
iyileştirici bir güce, etkiye sahip.

*Genel bir kural gibidir; şairler şiir dışı yazın türlerinde olmak istemezler. Neden? Şiirinizin roman yazmaya yararı mı oldu, zararı mı? Ya da anlatı çalışmalarınız şiirinizi nasıl etkiledi?

Ç.Sezer:: Başkaları neden böyle düşünür bilmem ama, sanırım benim şiir dışında bir şey yazmamak kararlılığımda, inatçı kimliğimin etkisi vardı. Taşrada yaşıyordum, kadındım, anneydim, çalışıyordum.Yani “şiir yazamamak” için ne gerekiyorsa hepsine sahiptim! Yazamasaydım, ilk kitaptan sonra vazgeçseydim bu hiç şaşırtıcı olmazdı. “Şiir” sözcüğünü bile seslendirmenin olanaksız olduğu bir ortamda yaşıyordum üstelik. Ama kendimi gerçekleştirebildiğimi hissettiğim tek yer o masanın başıydı ve ben bundan vazgeçmek niyetinde değildim. Kaldı ki böyle bir seçim hakkım da yoktu; sözcüklerimin elimden alınmasındansa akciğerlerimin yarısının alınmasına razı olabilirdim. Çünkü o ortamda sözcükler olmadan zaten soluk alamayacaktım.Eğer romana başladığımda bunun şiiri engellediğini görseydim hiç düşünmez vazgeçerdim romandan. Yarar ve zarar konusu tartışılabilir; şu var ki yıllardır şiirle içli dışlı olmak dille ilişkimi geliştirmişti. Kendi adıma şiirin romanda -bana- yeni olanaklar sağladığını söyleyebilirim. Roman - anlatı, şiirimi içerik anlamında etkilemedi; ama, şiirin ardında bıraktığı dayanılmaz, çınlayan boşluğu bir parça azalttı, diyebilirim.

*Aşklar Ve Baharatlar” adlı romanınızdaki temel izlek bir bütün olarak depremdir. Bana kalırsa oldukça isabetli bir çalışma yapmışsınız.Bu çalışmanın toplumsal ve bireysel anlamda paylaşımları, etkileri neler olabilir; kimler okusun “Aşklar ve Baharatlar”ı?

Ç.Sezer: İlk romanları otobiyografik öğeler taşımasının doğal olduğu bilinir. Benim için de öyle oldu; 17 Ağustos depremini hemen tüm boyutlarıyla yaşamıştım ve bunun “ilk” romanda temel izlek olması bir anlamda kaçınılmazdı.Roman boyunca “deprem” sözcüğü yalnızca bir kez, o da bir gazete haberi alıntısı olarak geçer. Bunu özellikle yaptım; çünkü vurgulamak istediğim, bazı beklenmedik durumların, var olan yaşam düzlemini alt üst edebileceğiydi. Bu, deprem ya da başka bir felaket olabilir; adlandırmaların bir önemi yok. Önemli olan, yaşamın bu alt üst oluş olasılığını içinde bir yerde taşımasıdır. Oysa bizler kurgulanmış hayatları sürdürür dururuz. Kurgunun bir sonu yokmuş gibi…Bu alt üst oluşlar hiç yaşanmayacakmış gibi .Oysa ansızın bir şey olur ve dünya tersine dönmeye başlar. İşte o zaman aslında bir kurgunun içinde olduğumuzu –belki- fark ederiz. Toplumsal anlamda bir paylaşım olabilir mi, bilmiyorum. Öyle saçma sapan şeylerle uğraşan bir toplum olduk ki; deprem gibi, kurgulanmış yaşamlar gibi, naylon hayatlar yaşamak gibi konulara ayıracak zamanı yok kimsenin. Temel gereksinimlerin önemini göz ardı ediyor değilim; ama insanın en temel hakkı “yaşamak” hakkı değil mi?. Oysa deprem demek, ölümle koyun koyuna uyumak demek; üstelik “yalnızca sizin değil, bütün sevdiklerinizin koynundadır ölüm. Ve, onu değil beni, deme hakkınız yoktur.” Ne için? Biraz daha az kum, tuğla; biraz daha fazla para için.
Aşklar ve Baharatlar’ı kimlerin okuyacağı konusunda bir şey söylemem doğru olmaz; ama, şunu söyleyebilirim, yaşama tutunmak, direnmek isteyen; aşktan ve yeniden başlamaktan ümit kesmek istemeyen herkes okuyabilir.

*Yazarın ve roman kahramanlarının yaşama, depreme, yıkıma ve aşka bakışıyla Freud’un bakış açısı arasında bir koşutluk var mı? Hayal-Metin ve Cemil-Feride ikililerinin deprem anındaki durumlarını neden romanın çıkış noktası olarak seçtiniz?

Ç.Sezer: Romanı okumamış olanlar için sanırım biraz açmak gerek soruyu; Hayal- Metin, Cemil-Feride ikililerinin deprem anındaki ortaklıkları, ilk ikilinin sevişme anında, ikinci ikilinin sevişmenin hemen ardından depremi yaşamış olmaları. Romanın çıkış noktası olarak bu durumu seçmem bir anlamda zorunluluktu. Roman, geri dönüşlere, anımsamalara dayanıyor çoğunlukla. Bunun nedeni, depremin yaşandığı anda sağlıklı değerlendirmelerin yapılamayışı olsa gerek. Tabii bu anımsama daha sıradan bir tablo ile de başlayabilirdi. Ne var ki benim roman kurgusu içinde vurgulamak istediğim depremin ötesinde bir şeydi; depremi de içeren ama daha geniş katmanlara yayılan bir varlık durumu. Bunun için de insanın en temel varlık hallerinden biri olan cinselliği önceledim. Ki bu durum bana insanın ruhsal yapısını –roman kurgusu elverdiği ölçüde- irdeleme olanağı verdi; sevgi, sevgisizlik, aldatma, aşk, dostluk, yabancılaşma, önyargı…vb. Elbette başka türlü de yapılabilirdi bu; ama bazı kavramlara hayat vermenin en vurucu yolu buydu sanırım.Hiç değilse benim için…Kahramanların bakışı ile Freud’un bakışı arasında bir koşutluktan değil ama yer yer benzeşmeden söz edilebilir. Ama bu, yazarın bakışı ile karıştırılmamalı elbette. Yazarın bakışı biraz daha ötededir ama kurguyu bozmamak için yazar kahramanlarına öncelik vermiştir, diyelim.

*Romanın çok ilginç bulduğum ikinci önemli izleği “baba”lık kurumuyla ilgilidir. Cemil’in, Nimet,’in ve Gülnihal’in ortak sorunu. Romandaki yapıya oldukça iyi oturmuş. Bir insanın yaşamında babanın varlığının, ya da yokluğunun psiko-sosyal sonuçları romandaki kadar önemli midir?

Ç.Sezer: Bana kalırsa evet. Belki daha da önemli… Ama burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, baba figürünün beraberinde anne figürünün de akla gelmesidir. Otoriter baba, sevgisiz baba, üvey ama sevgi dolu bir baba. Beraberinde edilgen bir anne, korumacı bir anne ve fahişe bir anne…Ve kadın olma sorunu tabii. Bu durumda denilebilir ki babanın varlığı ya da yokluğundan öte, yetişme döneminde çocuğa sunulan olanakların “ne”liği, “nasıl”lığı önemlidir.

*Aşklar ve Baharatlar , bireyin varoluş trajedisini akıcı bir dille sunuyor. Sahip olmanın göreceliği üzerine düşündürtüyor okuru. “Yaşamımızın ne kadarına sahibiz” sorusunu getiriyor akla. Bu anlamda klasik bir “deprem romanı” değil. Ve roman kahramanlarından bazıları –Hayal- zaman zaman doktoru bile zorlayan çözümlemelere ulaşabiliyor. Bunlar yazarın özel tercihleri elbette. Bu tercihlerin nedenleri üzerine neler söyleyebilirsiniz? Ya da ne kadarını söylemek istersiniz?

Ç.Sezer: Yazım süreci boyunca duyduğum tek kaygı, o felaketi bir roman konusuna indirgeyerek , bir anlamda, çok büyük acılar yaşayan insanlara haksızlık edip etmeyeceğimdi. Bunu yapmamaya çok büyük çaba gösterdim. Acıyı sömürmüş olmak, acıdan yarar sağlamış olmak beni yaralardı her şeyden önce. Bazıları, romanı yer yer depressif bulduklarını söylediler. Bu, gerçekçi bir durum. Çünkü deprem tam da böyle bir şeydir; normalin sınırları içinde algılanması olanaksız bir durum. Aslında bir “durum” dan değil “durumsuzluk”tan söz edilebilir burada. Bireyin varoluş trajedisinin öne çıkışı bundandır. Yaşamımızın ne kadarına sahibiz, sorusuna verilecek tek yanıt; yaşamımızın ne kadarını yaşayabildiğimizdir. Ötesi bizim değildir, olmayacaktır. Kurgulanmış bir yaşamdan değil, üzerinde söz sahibi olduğumuz, tercihlerimizin olduğu bir yaşamaktan söz ediyoruz elbette. Denilebilir ki bu ne kadar olanaklıdır? Ne kadarsa o kadar… Olanakların sonuna dek zorlandığı bir yaşamak, diyelim…Doktoru bile zorlayan kahramanlara gelince, evet, yazarın özel tercihidir ; ve bu durum, yukarıda söz ettiğim “olanakların sonuna dek zorlanması” ile ilgilidir. Doktor da kurgusal bir yaşam içindedir ama değilmiş gibi yapar; danışanları yönlendirir. Üstelik “bir tanrı” edasıyla yapar bunu. Doktorun tavrı, bir anlamda toplumsal tavrın devamıdır; sunulanı almak ve ötesini merak etmemek…”Tanrı insanlar” ve onların kurguladığı “naylon yaşamlar…” Roman kahramanının karşı koyduğu budur. Bunu yapabilecek birikime sahip olması neden yadırgansın? Kadın olduğu için olabilir mi? Umarım böyle değildir.

*İsterseniz bir de romanın üçüncü ve önemli izleği olan “aşklar” a değinelim. Karmaşık ve sürprizlerle yürüyen ilişkiler ağının diyalektiği nedir? Aşkların yarattığı depremle doğanın yarattığı depremin kesişme ya da ayrışma noktaları var mı, nasıl?

Ç.Sezer:Aşkın diyalektiği!.. Bu çok iddialı bir söz olmaz mı? O, aşk yani, kendi diyalektiğini içinde taşıyor. Bu anlamda söylenecek her şey, bir başka aşk söz konusu olduğunda geçersiz olabilir. Kendi adıma, aşkın biricikliğinden ve az rastlanırlığından söz edebilirim ancak. Diyalektiği açıklanabilseydi, büyüsü de kalmazdı sanırım. Şiir gibi; acıtan ama var eden…Aşkın yarattığı depremle doğanın yarattığı depremin kesişme noktası olmasaydı, “Aşklar ve Baharatlar” yazılamazdı zaten. Ya da başka türlü yazılırdı. Hayatın, dünyanın elinden kayıp gitmekte olduğunu anlayan birey, hâlâ burada –dünyada- olduğunu kavradığında, burada olmanın en gerçek halinin aşktan geçtiğini de kavrıyor bir anlamda. Sanırım kesişme noktaları bu. Ayrışma noktalarına gelince; aşkın yarattığı deprem, bireyin içinde olup bitiyor; acısı ve hazzıyla bedeli üstlenebiliyor birey. Ama doğanın depremi söz konusu olduğunda, sizin dışınızdaki her şey ve her yer de dahil oluyor buna. Aşk bitse de –göreceli bir bitiş de olsa bu- yaşam sürer ve bu olasılık demektir. Oysa deprem ölümle eşteştir ve bu olasılıksızlık” demektir. Bundan öte ayrışma olur mu?

*Söyleşi için teşekkürler.
Ç.Sezer: Ben teşekkür ederim.
.
*Aşklar ve Baharatlar, Roman
Çiğdem Sezer, Heyamola Yayınları, Şubat 2008