19 Ocak 2008 Cumartesi

Bir Kitap Okuması(Ayşe Keskin)



İnsanı İnsan Anlar.. Peki; Ya Martıları?


Günler öyle hızla geçiyor ki ben bile artık kaçırıyorum zamanı.. Hiçbir şeye yetişemiyorum. Veya öyle hissediyorum. Çocuk yetiştirirken “sen de onlarla büyüyorsun” derler ya. Onlar büyüdükçe sen bedensel devrimle devrilip, düşünsel evrimle avunuyorsun hani... Böyle bir süreçteyim uzun zamandır. Bir de insanın iç alıcıları açılmaya görsün.. Düşünmekten, yaşıyor muyum yaşamıyor muyum unutuyor, ipin ucunu da kaçırıyor böyle böyle.
Sanırım yalnız, tek başına bir odada, yaşayanları, yaşananları, geçmişi geleceği de tekrar tekrar görüntülemek daha bir yoruyor insanı.

Zaman zaman “keşke sadece yaşasam” diyorsunuz..”sadece yaşasam ve tüketsem zamanı.”

Sözcüklerin sizi esir aldığı, zamanın saçlarınıza ak, yüzünüze derin çizgiler koyduğunu ara ara, o da vakit bulursanız aynalarla karşılaştığınızda fark ediyorsunuz. Tuhaf ama hem ürküyor hem de seviyorsunuz bu yüzünüzü. O zaman anlıyorsunuz aslında ne kadar yoğun yaşamışsınız… Hatta yazarken zamanı durdurmuşsunuz, keşfettiğiniz derinlikler ki sığlıklara bile ses olmuş… zamana yenilmeye inat dimdik duran hislerinizle daha bir güzelleştiğinizi de hissediyorsunuz.

Görünenler gibi görünse de bu söylediklerim, aslında suyun altındaki görünmeyen boyutlarınız olduğunu üstelik gayet iyi biliyorsunuz.

Görünen boyuta gelince! Bu aralar çok da fırsatım olmuyor dışarı çıkmaya. Şehir merkezine biraz uzakta olduğumuz için Meydan’a her geçtiğimde Trabzon'un çehresinde yapılan değişiklikleri hayretle ve çocukça bir merakla izliyorum. Örneğin geçen gün dolmuşla gideyim dedim. Dolmuşun geçtiği güzergâh tarihi Zağanos köprüsü… Biraz da utandım ne yalan söyleyeyim, uzun zamandır geçmediğim için bu köprüden. Altında eski mahallelerin, evlerini yıkıp, yerine yeşil alan ve epeyce geniş bir alana yayılan oturma yerleri, açık hava gösterileri olabilecek düzende kotarılmış
Yanağımı minibüsün camına dayayıp uzun müddet düşünceye daldım. -İyi mi oluyor kötü mü -karar veremedim bu değişikliklere.. Bir müddet sonra ne yazık ki eskiye ait ne varsa tamamen unutulacak. 21 sene önce Trabzon'a geldiğim zaman Arnavut kaldırımlı Uzun Sokak şu anda trafiğe kapalı bir alan olarak sadece yayalara düzenleniyor. Uzun ve dar sokak şimdi neonları parlak işyerlerinin olduğu, garip bir başıboşluğun yoğun kalabalığı, karmaşasıyla.. Üstüne üstüne gelen bir tarihten çok üstüne üstüne gelen bir kaosun mevcudiyetiyle deviniyor. Eski, kesme taşları sökmüşler ve yeni ruhsuz taşlar diziliyor.

Kıyıların durumu daha bir içler acısı. Deniz dolduruldu. Üzerinde asfalt var şimdi. Denizle kıyının yıllar, yıllara dayanan birbirlerine o tutkulu sarılışlarını görmek için ayrı bir zaman ayırmanız gerekiyor ki o da her yer için geçerli değil.

Sanırım estetikle gerilen, estetikle törpülenen yüzler gibi şehrin karakteristik hatlarında da bir gerginlik ve törpülenme mevcut.

Her şeye rağmen bu kenti çok sevmeme sebep, sevdiklerimin varlığı yanında, özgür ruhumu kamçılayan farklı havasını içimin en özel yerinde barındırmam olabilir.

Yoğun yağmurun titreten ürpertisiyle ve üstümüzü ıslatan yoğun çiseden korunmak için sığınacak bir çatı altının olması ve kapıları her zaman açık dostlarımızın varlığını bilmemizin güzelliği belki bunu düşünmeme sebep!

Ruh durumumla özdeşleşen yağmur ve güneşin her an bir yerlerden çıkma ihtimalinin yüksekliğini de sayarsak yağmurun ve güneşin bu kadar birbirine kur yaptığı bir başka ben-kent var mıdır bilmiyorum.

Ayrıntıları saklamak belleğe ve yüreklere, kesinlikle vakit ayırmak gerekiyor. Azdan da olsa çocuklarımıza anlatacak şeyler olmalı.


Geçen aylarda bir akşam yakın bir apartmanın çatısında, bir sürü martı kanatlarını açmış duruyordu. Seyrettim onları uzun uzun... Sanırım denizin uzağa atılması iç içe olduğu şehirle ve eskiden eksik olmayan yağmurun küresel ısınmayla azalması, yani Trabzon'un da zamana yenik düşmesi hüzne boğdu onları, sanki dua eder gibiydi hepsi. Ve bu beni fazlasıyla etkiledi. Martı Jonathan hâlâ inatla ve azimle uçuyor mudur deryada bilmiyorum ama buradaki martılar yorgun kanatlarıyla yaşlı bir kentin gözlerine bakıyordu tiz çığlıklarıyla.
İnsanı insan anlar.. Peki; Ya martıları?

Şimdi güzdeyiz. Bazen yazdan kalma, kıyıda köşede kalmış ama ısıtmayan güneşi görüyor, bazen de kışın yüzünü daha çok göstereceği yoğun rüzgârların bir kısmını yaşıyoruz.

Vakitler artık öyle bir vakit ki
artık ne incelik kalmış ne bunu anlayabileceğimiz vakitlerimiz..



*

İşte bu vakitlerde, bir dostun, Kıyı yayınlarının sahibi Fethi Yılmaz’ın kapısını çaldığımızda, “Kalbimin Kuzey Kapısı- Trabzon” u ellerime olanca ağırlığıyla koydu.

Bir zaman önce kaleme aldığım içsel konuşmalarımla daha bir anlamlandı bu hediye.

Bu toprakta doğmuş bu toprakta çocukluğunun en âlâ vakitlerini geçirmiş Çiğdem Sezer’in kaleminden çıkmış bu kitapla daha ayrıntılı daha yaşanmışlıkla ve geçmişin ruhuyla yeni Trabzon’un bağını da kurmuş oldum.
Bu hem hüzünlendirdi beni hem de yaşadığım topraklara daha alıcı bir gözle bakmama sebep oldu.

İnce insanlarla, ince vakitlerle bezeli bir kenti anlatan Çiğdem Sezer’e şöyle bir soru sormak geçti içimden “Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon”’u çok kısa bir süre içinde bitirdiğimde...

- Kalbimizin hangi kapısını açarsak yorgun martılar tekrar coşkuyla uçar bu kentin üstünde… deniz derya, dalga köpük, köşe bucak, sokak cadde, bayır tepe, boz çığlıklarla, kanatları kalbimize umut taşır da..-avunuruz eski güzellikleriyle yine!