Çiğdem Sezer
OLASI VE ÖZGÜR OKUR İÇİN BİR ŞİİR OKUMA DENEYİMİ
“Ben’den Önce Tufan”*, Yusuf Eradam’ın, Sylvia Plath’ın ‘yaşam öyküsünü şiirleriyle iç içe incelediği’, ‘şairin yaşamının şiirlerle yoğunlaştırıldığını göstermeye çalıştığı’ yapıtı. Eradam, kitabın giriş yazısında, yapıtın, sanatçıların ‘varoluşlarına bir anlam kazandırma çabası’ olduğunu belirttikten sonra, şöyle der:
OLASI VE ÖZGÜR OKUR İÇİN BİR ŞİİR OKUMA DENEYİMİ
“Ben’den Önce Tufan”*, Yusuf Eradam’ın, Sylvia Plath’ın ‘yaşam öyküsünü şiirleriyle iç içe incelediği’, ‘şairin yaşamının şiirlerle yoğunlaştırıldığını göstermeye çalıştığı’ yapıtı. Eradam, kitabın giriş yazısında, yapıtın, sanatçıların ‘varoluşlarına bir anlam kazandırma çabası’ olduğunu belirttikten sonra, şöyle der:
“…sanatçının yapıtlarından yola çıkarak yaşamının bazı gizlerini ortaya çıkarmak, bir başka deyişle yazın dedektifliği yapıp sanatçının kişiliğine ve yaşamında önemli yer tutmuş belli başlı olaylara ve insanlara, onlarla olan ilişkilerine tanı koymak ve bundan amatörce bir tad almak yanlışına düşmemelidir.” Buraya kadar bir itirazım yok, ancak; bu paragrafın devamını okuyunca, insan ister istemez ikileme düşüyor. Şöyle devam ediyor paragraf:
“Sanatçının yaşamının ayrıntılarının bilinmesi, yapıtlarının açımlanması ve açıklanması için gerekli olabilir ama sanat yapıtı kendi başına bir varlıktır, eşi yoktur, kendi yasaları ve gelenekleriyle vardır ve özerktir.”(Ben’den Önce Tufan,sy.10).
Bu uzun cümle ‘ama’ sözcüğünün öncesi ve sonrası olarak ayrı ayrı okunduğunda da sorun çıkmıyor; her ikisini de olumlayabiliyorsunuz. Ne var ki, birbiri ile bağdaştırmaya kalktığınızda, bunu yapamadığınızı görüyorsunuz. Yapıtı, sanatçının yaşam ayrıntılarını bilerek okumak, böylece yeni açılımlar kazandırmaya çalışmak, onun biricikliğine, özerkliğine niye gölge düşürsün? Tabii bazı önyargılı –hatta karalama amaçlı- okumalardan ve bu yargıları doğrulama çabalarından söz etmiyorum. Kastım, sanatçının yaratım sürecine müdahalenin doğru olmadığı gerçeğinden yola çıkarak, okurun yapıtı anlamlandırma, açımlama biçimine müdahalenin de doğru olmadığını savlamak. Yazara yaratma sürecinde tanınan özgürlüğün, okura da tanınması gerektiği kanısındayım. Elbette burada Eradam’ın okur’dan değil, eleştirmenden söz ettiği, bu bağlamda sözlerinin okur için de geçerli olup olmayacağının tartışma götüreceğinden söz edilebilir. Ne ki amacım, Eradam’ın sözlerinin doğruluğunu ya da yanlışlığını kanıtlamak değil, bir eleştirmen değilse de ‘okur’ olarak yapıtı anlamlandırma ve açımlama özgürlüğüme getirilmek istenen sınırlamayı reddettiğimi söylemek.
Galiba bunca sözü etmemin asıl nedeni, alıntıladığım bu paragraftan çok, bir sonraki sayfada (sy.11) kullandığı ‘amatör psikolog’ ifadesiydi. Gerçi Eradam , bu ifadeyi Palth’ın şiirlerini inceleyen kimileri için kullanıyor ama, sanat yapıtını anlamlandırır, açımlarken, psikolojinin bazı terimlerinden yararlanan herkes için de söylenmiş gibi duruyor sözleri.
Eradam’ın sözlerini sanatçıya ve yapıta duyulan saygının, nesnel eleştirinin gereği olarak kabul ediyor olsam da; bir okur olarak yapıtı dilediğimce anlamlandırmak, açımlamak hakkıma müdahaleyi kabul edilebilir bulmuyorum doğrusu.
“Ben’den Önce Tufan’ı” uzun yıllar önce, beğeniyle okumuştum. Aynı okuma zevkini “Ve Yaralarım Aşktandır”** adlı kitaptan da aldığımı söylemeliyim. Bu iki kitabın ortak özelliği, her ikisinin de şairin yaşamını ve yapıtlarını iç içe incelemeleriydi. Ve bunu önyargıdan ve kasıttan uzak, yalnızca edebi amaçla yapıyor oluşları…Kitapların her ikisinin de bir kadın şairi konu ediyor olmaları ise rastlantıdan başka bir şey değildi kanımca. En azından benim okumalarımda böyle bir bilinçli tercih söz konusu değildi.
İlk okumanın üzerinden yıllar geçtikten sonra, bana “ Ben’den Önce Tufan”ı anımsatan, yine bir kitap oldu: Yücel Kayıran’ın “Çalgın”ı.*** Şimdi yazılmakta olan bu yazı, benim okur olarak Çalgın’ı anlama, açımlama çabam olarak görülmeli. Doğaldır ki söz konusu açımlama, benim kişisel bilinç-yaşam deneyimlerimle sınırlı olacaktır. Yani, okumamın sonunda varacağım yer ya da kanı ne olursa olsun, Çalgın’ın şairi Yücel Kayıran’ın değil, okur Çiğdem Sezer’in vardığı yer olacaktır. Sanatçının yaşam deneyimleri, kişisel ve kültürel hafızası yapıtı oluştururken ne denli etkense, okur için de söz konusu öğeler o denli etkendir. Şiirin yalnızca yazım süresince şaire ait olduğu, kağıda düştükten sonra şair için yaşam deneyimi olmak dışında sahiplenir yanı kalmadığı, bu andan sonra alıcının okur olduğu kabul edildiğine göre…Bir şey daha; Kayıran, bir söyleşisinde, benim yönelttiğim bir soruya (Soru, şiirde sıklıkla anne-çocuk imgesinin kullanılıyor olmasından, rahim sözcüğünden yola çıkarak sorulmuştu ve sanat yapıtlarının yaşamın temel anksiyetesi olarak kabul edilen ölüm kaygısını aşmakla bir ilgisi olup olmadığı üzerineydi.), şiirin psikolojinin terimleri ile birlikte okunmasına karşı olduğunu, bunun şiiri sınırlayacağını söyleyerek yanıt vermişti. Bir dinleyicinin kullandığı ‘aynılaştırma’ ifadesini de olumlamıştı.‘Amatör psikolog’ ifadesini kullanmamıştı ama, buna benzer bir değerlendirme yapmış, bir anlamda ‘moda’ okumalardan söz etmişti. Ancak, Çalgın’ı daha sonra tekrar okuduğumda, psikolojiye, anımsadığımdan çok daha fazla yaslandığını gördüm şiirlerin. Bu durumda Çalgın’ ı psikolojinin terimlerini değilse de, kendisini göz ardı ederek okumak, neredeyse olanaksızlaştı.
Anksiyete sözcüğü toplumsal algıda her ne kadar bir sapma, hastalık gibi görülse de, gerçekte, farkındalığı artırabileceği, derinliği kavramada etken olabileceği bilinir. Ve bu da yaratıcı süreci tetikler. Tıpkı Çalgın’da olduğu gibi. Durum böyle olunca, okumalarda psikolojinin olanaklarından yararlanmak, aynılaştırmak bir yana, farkındalığı fark etmeye yarar kanımca.
Çalgın’ın kapağını kapattıktan sonra, imgelemimde kalan, hafıza kuyusunun duvarlarına çarpan, o duvarları yoklayan bireyin, hiçliğe uzanan umutsuzluğu oldu. Yine de, her dizenin bir umudu barındırdığı-barındıracağı konusundaki iyimser duyguyu yitirmemeye çalışarak okudum şiirleri. Terk edilebilir bir dünya bu (s.35), dizesini ise, çağrıştırdığı intihar eylemini görmezden gelerek okumak olanaksızdı. Yine de, kitap bütünlüğünde değerlendirdiğimde, dizenin, intihar eyleminden çok, dünyayı farklı biçimde terk edebilme olasılıklarını işaret ettiğini düşünüyorum. Hiçlik de, bu olasılıklar içinde düşünülmelidir kanımca.
Bütün bu dağınık düşüncelerden yola çıkarak , kitap bütününden seçilmiş dizelerle -şiirin tümünü vermek, yazı boyutunda olanaksız olacağı için- şairin karşı cinse bakışını ortaya koymaya, ardından da, çocukluğa gönderme yapan, ya da doğrudan çocukluğu anlatan dizeleri örnekleyerek, kökeni anne karnına inen hafızanın, çocukluğun ve şair-anne ilişkisinin, şairin kadına bakışına etkilerini ‘anlamaya’ çalışacağım.
****
ÇALGIN
“……………………………….
Yazgısıyla mücadele eden anneye,
…………………………….”
sadece anneme inandım dünyada (s.79)
Bırakalım psikolojinin terimlerini bir yana, oedipus kompleksini filan unutalım bir an için, tamam. Peki ama bir erkeğin hayatta ‘sadece annesine inanmış’ olması, neyi gösterir? Toplumsal anlamda çok güvenli, inanılır bir düzlemde yaşıyor olmadığımız ortada, ne ki bu, inanma gereksinimi yok etmez bireyin. Yanılabiliriz, yanıldık, evet ama, inandık birilerine, inanıyoruz; yanılma olasılığımıza rağmen… Elbette buradaki inanma sözcüğü sevme, bağlanma, ait olma – ve hatta aşık olma- anlamında okunabilir, okunmalıdır. Bu bağlamda şu iki dizeyi vermek, açımlayıcı olur düşüncesindeyim:
kalbim kadınlarla mı yaşamak zorunda (s.20)
hiçbir kadın seninim demedi dünyada (s.20)
İlk çağdan günümüze sürüp giden trajedisi erkeğin; hayatındaki biricik vazgeçilmezin bir kadın/ anne oluşu! Bir yandan bitip tükenmez erk kavgası, egemen olma isteği -çoğu zaman kadınlar üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılır bu istek- öte yandan gücünün sınırları nereye ulaşırsa ulaşsın, vazgeçilmez biriciğine-anneye dönme arzusu… Bu çatışmayı yaşayan sadece erkekler de değildir, ancak; onlar kendi trajedileri ile o denli meşguldürler ki, karşı cinsin de bir kopma, parçalanma, tam olamama sorunu yaşayabileceklerini dert etmezler. Tam da burada, Birhan Keskin’in şirini anmanın zamanıdır. Her şiir bir anlamda kopuşun göstergesi sayılabilecekse de, Birhan Keskin’in şiirleri bu kopma- bölünme üzerine yazılmış en iyi örneklerdendir. Şu var ki, Birhan Keskin’in şiirleri, söz edilen bölünmeye dayanarak, bağlanmayı-inanmayı yadsımaz.Arar onları; bulur ve bedeli neyse öder. Biz o bedeli, hüzünlü ama, okurda yaşama, bağlanma arzusu uyandıran şiirler olarak okuma olanağı buluruz.
senin iki kolun var
Kadınlar hissediyordu değil mi?
onlara sarıldığında
…….
benim de mi?
iki kolum var
ama neden değilim ben
bunun farkında? (s.69)
İnsan en çok sarıldığında hisseder kollarının varlığını; sevgiliye, dosta, çocuğa…sarıldığında. Kayıran ‘kadınlar’ demeyi seçmiş; sevgili ya da kadın değil; kadınlar. Yani herhangi biri-birileri, aşksız, bağlanmasız…Şiirin öznesi ister şairin öteki ben’i, isterse ikinci tekil şahıs olsun, işaret ettiği yer değişmiyor; bir kadına aşkla sarılmanın olanaksızlığı. Kaldı ki, ilk dizede kolların varlığını hisseden yine kadınlar’dır, şiir öznesi değil; bu anlamda, öznenin şairin öteki ben’i olduğunu düşünmek daha doğru geliyor. Böyle olunca , aşksızlıktan öte bir konuma gidiyor öznenin durduğu yer; kadınlar’a, kollarının varlığını hissedebilecek kadar bile sarılamama.
dedi: klarnet isterim, masamda kadın istemem (s.38)
fareli köyün kavalcısı gibiydi kadınların gözlerindeki meleke(s.36)
Bu yazarak okuma yöntemine hiç başvurmasa mıydım?..Her dize, diğerinden daha yıkıcı bir umutsuzluğa kapı açıyor çünkü. Bu umutsuzluk, şiirde cinsiyetçi bir bakış açısı bulduğumdan değil. Keşke öyle olsaydı; o zaman, bunun toplumsal bilinçle bağlantısını kurup anlamaya, aşmaya çalışmak, hatta itiraz etmek daha kolay olurdu. Ne ki alıntıladığım dizeler, cinsiyetçi bakış açısının değil, düpedüz karşı cinsin reddedilişinin ifadesi; anne hariç!
Umutsuzluk, yalnızca karşı cinsin reddedilişi ile sınırlı değil elbet. Durak(s.58) adlı şiirde:
“ama her insan neden bir durak ötekine” derken; “boşluk halinde her durak düşerken benzine” der, Güneş Yanığı (s.62) adlı şiirde. Böylece, karşı cinsin reddinden sonra, insan’a olan umutsuzluğunu da dillendirmiş olur. Öteki’ne durak olan insanın boşluğa dönüşerek benzine düşmesi…Bu, söz konusu şiir için olağandır da, çünkü kadın’ı-karşı cinsi reddeden bakış, ancak genel anlamda insan’a duyulan güvensizlikten kaynaklanabilir. İçselleştirilmiş güven eksikliği, bu eksikli yaşama, varolma çabası, en çok da, karşı cinsle olan ilişki ya da ilişkisizlikte dayatır kendini.
Kayıran’ın şiirlerindeki baskın karamsarlığın, umutsuzluğun kaynağı, hafıza’dır; bu hafıza, içinde bir zamanlar inanılan, bağlanılan ideolojiyi de barındırır. O ideoloji ki ‘bir heyula gibi gezer içinde’,şairin.:
“kominizm heyulası kol geziyor hâlâ benim içinde” der, Perş (s.19) adlı şiirde.Bu dizenin biraz sonrasında ise, “kardeşlerimden bile ayrı düştüğüm dünyada” dizesi ile, bağlılığı simgeleyen ender sözcüklerinden birini ‘kardeşlerim’ sözcüğünü kullanır. Söz konusu ideolojiden değil ama, ‘birlikte inandıkları’ kardeşlerinden ayrı düşmek, belki de tek –anneden uzaklaşmak, büyümek dışında- yakınma noktasıdır şairin.Kopuş öyle büyüktür ki: “bahçe tahrasıyla kesmek geliyor sol kolumu bileğimden” diyerek bitirir bu şiiri.
Bu ideolojik kopuş, güvensizlik ve yalnızlık arzusunu derinleştirmiş, içe dönüşü hızlandırmıştır. Yoksa, toplumsal konumu belirleme-değiştirme konusundaki önemini kabul etmekle birlikte, ideolojik kopuşun, bu şiirlerdeki hiçliği çağrıştıran umutsuzluğun tek ve asıl nedeni olduğunu düşünmüyorum.
*****
Sabaha karşı doğmuşum
Kusmuk gibi gelir bana o vakitler (s.43)
Kusmuk sözcüğü, yeni doğanın bedenini kaplayan kaygan, yapışkan sıvıyı hatırlattı ister istemez. O bedenlerin anne karnından dünyaya ilk merhabalarını, ilk çığlıklarını kim bilir kaç kez duydum…Bebeğin suya tutuluşu, sıvının temizlenmesi..(Şimdilerde bebeği doğumdan sonraki ilk hafta yıkamama yolunu seçiyorlarmış; o sıvının koruyucu özelliği, ilk hafta içinde bebeği dış faktörlerden korusun diye.) Doğum eylemi, hiçbir estetik yanı olmayan, doğan için de doğuran için de son derece acı vericidir. Ne ki, insanın devamlılık, bağlılık arzusu, bu zor ve acı verici eylemi göze aldırır. Dahası, çoğu zaman sevinç verir, kutlanır bu durum. Bütün bunlar, ebeveynlerin duygu durumlarıdır elbette; yeni doğanınsa, doğmuş olmak dışında bir katkısı yoktur bu duruma. O, ancak bir yetişkin olduğunda, kendi duygusal hafızasını oluşturduğunda belirtebilir duygularını. Nedir o doğum saatleri? Sevinç mi, acı mı, devamlılık mı, kopuş mu?...Eğer o anı, o saatleri ‘kusmuk’ sözcüğü ile nitelendiriyorsa kişi, duygusal hafızasının bu konuda sevinç ve (ya) devamlılık değil, acı ve (ya) kopuş üzerine temellendiğini düşünüyorum ister istemez; kusmuk sözcüğünün, kusulan şey dediğimiz gerçek anlamını da anımsayarak…
çocuk su; ben ölen bir yağmur! (s.45)
çocuk işte; başlangıçta bir kelime
hafıza zamanla sığıyor onun içine (s.46)
İlk dize tek başına okunduğunda, doğal yaşlanma sonucu ölümden söz ettiği düşünülebiliyorsa da, diğer dizelerle desteklendiğinde, asıl ölümün, bu doğal süreci sürdürürken gerçekleştirilen yaşantılar olduğu anlaşılıyor; reel yaşantılardan öte, duygusal yaşantıların amaçlandığını düşünüyorum burada. Şairin, hafıza sözcüğü ile bizi yönlendirdiği yer orasıdır çünkü. Bir su damlası kadar arıyken, içine hafızanın dolduğu bir yağmura dönüşmek…Sanki yağmurdur da hafıza, içindeki tüm yaşantıları ( Acı veren, hatırladıkça taşıması güçleşen yaşantılardır bunlar.) yağmur olup yağdırmaktadır şairin üzerine. Yağmur imgesinin bendeki bütün olumlu çağrışımlarına karşın, bu dizedeki okumamdan, ‘yağmur gibi kurşun yağıyordu’ tümcesinden başka bir yere varamadım. Aslında söz edilen, kurşun yağmuru altında ölmek de değildir. O, anında ve muhtemelen acısız olurdu. Oysa yavaş yavaş, ama sürekli bir ölmekten –hatta ölememekten- söz eder gibidir şiir.
Denilebilir ki hayat; acı içinde ve sürekli bir ölme halidir…
.neden yer yok çocukluğun meleklerine (s.101)
bulabilir miyim bir çocuğum olsa
büyürken, dünyada kaybettiğimi (s45)
Kitap boyutunda,olumlu duygu durumlarını çağrıştıran ender dizeler bunlar. Mevcutta bir olumluluk değil söz ettiğim; çocukluğa ait melekler, kaybedilenler..Belirsiz de olsa çocuklukta da kalsa, bir ‘iyi’lik hali…
Olasılıkla, bu belirsiz iyilik halini, annenin varlığı sağlamaktadır. Çünkü anne imgesi oldukça yoğun kullanılırken, baba, hep varla yok arası bir yerde durmuş. Şairin, babasıyla olan ilişkisine değgin en açık dize şu:‘değilim babamın hayal ettiği!’(s.23) Babasının hayalindeki ‘erkek çocuk’ olamamak, babaya hayal kırıklığı yaşatmak… Anneye duyulan sevgi, onunla oluşturulan bağ ne kadar derin ve güçlü olursa olsun, bir erkek çocuğunun dünyasını oluşturmaya yetmediği bilinir. Bir şeyler eksik kalmıştır ve muhtemelen eksik devam edecektir. “anneydi bekleyen eve geç geldiğim saatleri”(s.75) derken, örtülü sitem vardır babaya. Belki de özlem…
Anne: Oluş / bağlılık / kopuş / çaresizlik / şefkat / yazıklanma
Baba: Öfke / sitem / özlem / isteme / gizlenme. Ve sanırım en önemlisi; güvensizlik
Anneye bağlanma, sığınma anlamındadır genellikle; kaçmayı, saklanmayı, içinde olmayı, belki de hiç olmamış olmayı anımsatır. Oysa güven, insanın temel gereksinimlerinden biridir ve bunu –çocukluktan sonra- anneden almak olanaksızdır. Gerek genetik kodlanmalar, gerekse kültürel yaşantılar, böyle öğretmiştir bireye. Kaldı ki, anne de o kodlama ve yaşantılardan yeterince nasiplenmiş olacağı için, yetişkin bir erkeğe bu anlamda bir güven kaynağı olması olanaksızdır.Bunları, Çalgın iklimindeki şiirlerin yarattığı olası yaşantıları kurgulayarak, kendi kültürel deneyimlerimin oluşturduğu hafızaya dayanarak söylüyorum. Elbette ki farklı yaşantılar, kültürler, farklı yapılanmalara yol açabilir.
“Kimse bir kitap yazmayacak annem hakkında” (s.79), dizesini ilk okumamda, gerçekte Çalgın’ın anneye yazılan ‘o kitap’ olduğunu düşünmüştüm. Düşüncem değişmedi, ama; okumalarımın sonunda, Kayıran’ın, “yazgısı ile mücadele eden anneye” ithafı ile yazdığı Çalgın’ın, annesinden çok babasına yazılmış olduğu hissine kapıldım. Belki de sadece bir vehimdir benimki. Kim bilir?..
Yazının başlarında belirttiğim gibi: bu yazı, benim okur olarak Çalgın’ı anlama, açımlama çabam olarak görülmeli. Doğaldır ki söz konusu açımlama, yine benim kişisel bilinç-yaşam deneyimlerimle sınırlanmıştır. Yani; okumam sonunda vardığım yer, Çalgın’ın şairi Yücel Kayıran’ın değil, okur Çiğdem Sezer’in vardığı yer olmuştur.
Yazı boyunca yapmaya çalıştığım, Çalgın’daki şiirleri anne/ baba/ çocuk/ yetişkin ilişkisinden-ilişkisizliğinden yola çıkarak okumak, buna dair imgelerin vardığı-vardırdığı yeri görmeye çalışmak olmuştur. Aynı şiirler, ideolojik, dinsel vb. imgelerin, motiflerin açımlanması ile de okunabilir elbette.
Sonuç ; bu yazı, sunulan şiiri okuma özgürlüğüme müdahaleyi reddedişimden yola çıkarak yazılmıştır. Kayıran’ın, şiirin psikolojinin terimleri ile okunmasına karşı duruşundaki kaygı,imgenin , bilimsel disiplinin katılığı için de sınırlanacağını düşünüyor olması, olsa gerek. Ben biraz daha ileri gidip, nesnel eleştiri yöntemleri ile yapılan akademik şiir incelemelerini de eksik –bütün akademik donanımlarına karşın- bulduğumu söyleyebilirim. Ne ki, böyle düşünüyor olmamız, şiirin şu ya da bu yöntemle okunmasına karşı duracağımız anlamına gelmemeli. Sorun, herhangi bir disiplinin edebi okumalara eşlik edip etmemesi değil, okunan metnin göndermelerini o disiplinle sınırlamak olsa gerek. Bu da, yanlış değil, olsa olsa eksik okuma olur. Hem, şiir söz konusu olduğunda, hangi okuma eksik değildir ki! Belki de şiir, olası tüm okurlarına ulaşıp, onlar tarafından okunup açımlandıktan sonra buluyordur anlamını. Ve o olası okurlardan birisi, on yıllar sonra dünyaya gelecektir. Öyleyse…Biz şiir okumaya bakalım.
*Ben’den Önce Tufan, Yusuf Eradam, İmge Kitabevi yayınları,1997
**Ve Yaralarım Aşktandır, Furuğ Ferruhzad, Öteki Yayınevi, 1999
***Çalgın, ,Yücel Kayıran, Metis Yayınları, 2006