20 Ocak 2008 Pazar

Yazılıkaya



Yazılıkaya


“tanrı taş sektiriyor yalnızlığında
ben harfleri suya bırakıyorum”

Böyle demiştim bir şiirimde. Galiba bütün serüvenimin özeti bu dizeler. Tanrının bile yalnız olduğu bir yerde, harflerin merhametine –acımasızlığına belki de- sığınmak… Akıp giden suyun önüne çıkmak, çarpmak, çarpılmak, dağılmak ve dağıtmak. Ya da büsbütün karışmak sulara… Bilmiyorum…Bilseydim, şiir de yazmazdım zaten. Bilinmezin gizemi… Belki de buydu ardı sıra gittiğim. Verili olanı tüketmeye dayalı bir yaşama biçimine isyan ediş, verilmeyeni bilme, arama isteği. Heves belki de. Olmayana, olamayana, görünür gibi olup da görünmeyene, duyulana, hissedilene heves.


Kimileri büyük laflar ediyorlar şiire dair. O zaman kaçıp saklanmak, görünmez olmak, harflerin içinde kaybolmak istiyorum. Çünkü o büyük lafları anlamakta güçlük çekiyorum. Benim harflerle olan arkadaşlığım ne kadar da küçük kalıyor onların yanında! O arkadaşlığın elinden tutmak, onunla ormana kaçmak, ağaçlara çıkmak, orada ağaçtan bir ev yapıp oturmak. Sonra ateşe vermek o ağaç evi; yangından zor kurtulmak, soluk alamamak, ağaçtan atlarken kırılan ayağımın üzerine bastığımda yanması canımın. Çook yanması. Ve hiçbir şey yokmuş gibi çıkmak ormandan, karışmak kalabalığa…Kırık ayağının üzerine basa basa, kemiğin kemiğe sürtünmesinden çıkan sesi duya duya…


Ben harflerin kendilerini seviyorum. Onlarla arkadaşlık etmeyi, boş bir sayfanın üzerinde zıplamalarını, yan yana, alt alta, üst üste gelmelerini… Üstelik onları o sayfaya yerleştiren benken, beni dinlemeyip kendi bildiklerini okumalarını seviyorum. Yaratıcısına bile boyun eğmeyen cesaretlerini seviyorum onların. Ölümü göze alıp giriştikleri yıkımı, o yıkımdan yepyeni yapılar üretmelerini seviyorum.Tanrının kendi yalnızlığında taş sektirmesi gibi, ben de kendi yalnızlığımda harfleri sektiriyorum işte! Şiire değgin büyük laflar edenler kızacaklar, kızsınlar, ama, sorumluluk, toplumsal bilinç, işlev…vb. görkemli sıfatları tanımları beklentileri anlayamıyor, bunu şiirin kendiliğinden işlevselliğine bırakıyor, ben yalnızca harflerle olan arkadaşlığıma özeniyorum. Onlara çalışıyor, onları anlamaya bilmeye uğraşıyorum. İnanıyorum ki o zaman sayfadaki gerçek yerlerini bulabilecekler. Daha baştan hangi harfin nerede duracağına, ne işe yarayacağına, nereye varacağına karar vermek, benim arkadaşlık anlayışımla örtüşmüyor. Kendim kadar harflerin de özgürlüğüne inanıyor, bu anlamda hangi bilinci yüklenip hangisini dışlayacaklarını kendilerine bırakıyorum. Biliyorum ki onlar da benim kadar önem veriyor aramızdaki ilişkiye. İşte bu önemdir ki onları benim bilincimle, yüreğimle örtüştürüyor, ne kadar ters düşersek düşelim, dizeler arasından yansıyan görüntü onlara olduğu kadar, bana da benziyor. İnsan yaşadığı yere olduğu kadar, seçtiği kelimelere de benziyor. Ben de bana benzeyen kelimeleri seçiyorum. Ya da seçtiğim kelimeleri kendime benzetiyorum. Bunun ne önemi var? Önemli olan şu ki, ben ve kelimelerim, biz birbirimize benziyoruz. Bu yüzden sık sık didişiyor, ayrılıp barışıyor, ama bir türlü kopamıyoruz. Kopmak da istemiyoruz doğrusu.
Bütün bunlar benim ‘şiir poetikam’ mı oluyor, bilmiyorum. Elimden, dilimden başkası da gelmiyor. Kendimde en çok olanı ve hiç olmayanı bulmak istiyorum kelimelerde. Bu yüzdendir ki yaşanmışlıklar kadar, yaşanmamışlıklardan da besleniyorum.
Kelimeler her zaman iyi arkadaşım oldu; ne yalan söylemeli, en iyi arkadaşım!

*****

Öyle dikkat çekici bir öyküsü yok ilk kitabımın. Kimileri inandırıcı bulmasa da, fazla heyecanlanmamıştım bile. Diyebilirim ki hiç heyecanlanmadım. Bunu nasıl anlatmak gerek, bilmiyorum; ama, harflerle onca arkadaşlığıma karşın, içimden olsun geçirmişliğim yoktu kitap sahibi olma düşüncesini. Ama hayat bazen öyle duvarlar çıkarıyor ki karşınıza, onları aşmanın tek yolu yıkmak oluyor. İşte benim ilk kitabım, hayatın karşıma diktiği o aşılmaz duvarı yıkmak isteğinden doğmuştu. Çünkü başka yol bilmiyordum; yıkmak için de, kurmak için de bildiğim tek yol şiirdi ve ona sarıldım. Zor olan, bu kararı verebilmekti. Sadece şiiri değil, karşı koymayı, vazgeçmeyi, direnmeyi seçiyordum çünkü. Ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile, Medeni Kanunun evli bir kadına yüklediği hak ve yükümlülüklerde ‘yıkmak’ ve ‘yeniden yapmak’ kelimeleri yasaklanmıştı. Yasağı delmek gerekti. Duvarı aşmak… Dedim ki kendime, bu kelimelerden bir şiir oluşuyorsa, o şiirlerden bir kitap oluşur ve sen kimselere hiçbir şey söylemeden, ben buyum, böyleyim, diyebilirsin. Kabul ederlerse… Sonrası, verdiğim kararın arkasında durmak, vazgeçmemekti. Öyle yaptım. İyi ki… Yeniden başlama şansımız yok; olsaydı, yine şiirle başlardım, biliyorum. Yaşattığı ‘her şey’ e karşın, bana kendi harflerimi, kelimelerimi seçme özgürlüğü verdiği için, arkadaşlığı için, yine şiirle başlardım hayata.
*****
Yaşam öyküm de ilk kitap öyküm gibi sıradan başlıyor aslında; bir taşra kenti, orta halli bir aile, yatılı bir okul. Ardından, henüz on sekiz yaşında bir hemşire; o güne dek görmediği bir yerde, bilmediği bir iklim ve kültürde…Evlilik ve iki çocuk… Bütün bunlar olup bittiğinde, kızımın üniversiteyi bitirdiği yaşta bile değildim. Sonra kızım ilk okula giderken yüksek öğrenime devam etme, ardından öğretmenlik..


Trabzon’dan on sekiz yaşımda bir hemşire olarak ayrıldım. İlk görev yerim Yozgat / Yerköy’dü. İki yıl sonra oradan ayrıldığımda anneydim. Bir öğrenci olarak geldiğim Ankara’dan, öğretmen olarak ayrıldım. Yirmi altı yaşımdayım o sıralar ve bütün bu uğraşın arasında yaratabildiğim her fırsatta şiire sokuluyorum. Onca yoğunlukta soluk alacak yer bile kalmıyor size çoğu zaman. Şiir, soluğumun tıkanmakta olduğu noktada imdadıma koşan acil yaşam destek ünitesi gibiydi. Adapazarı’nda on üç yıl öğretmenlik yaptım. Bu arada şiirler yazdım, kitaplar yayımladım. Gerek resmi, gerekse özel hayatımda sistemin kaçınılmaz sorunlarını yaşadım. Şimdi dönüp baktığımda, doğrusu o mücadele gücünü nasıl bulduğumu ben de bilmiyorum. Yine de, geri dönüp yeniden yaşama olanağım olsa, aynı şeyleri yapardım, biliyorum. Tam dengeler yerine oturuyordu ki, 17 Ağustos depremini yaşadık. Adapazarı’ndaki ilk yıllarımda yaşadığım onca şey, bana şiirin vazgeçilmezliğini göstermiş, böylece çok erken atıldığım hayata bu kez şiirle, ikinci kez başlama kararı vermiştim. Öyle de olmuştu. Ama hayata üçüncü kez başlamamız gerekiyormuş; depremden sonra oldukça radikal bir kararla Ankara’ya yerleştim, emekli oldum ve sadece yazdım-yazıyorum. Umarım dördüncü bir başlangıç yapmam gerekmez. Yine de, gerekirse on dördüncü kez de başlanabilir- başlayabilirim. Ve bunu içimdeki şiire, kelimelere, onların gücüne, arkadaşlığına borçluyum, biliyorum.


Şimdi durduğum yerde, kendi hayatını çoktan kuran kızımı, güçlü elleriyle boynuma sarılan oğlumu görmek, sayfada devinen kelimeleri hissetmek bile, iyi ki yaşamışım, yaşıyorum, demeye yetiyor. Bir de öğrencilerim elbette; şimdi hepsi birer yetişkin- anne olan o çocukların sevgisini hâlâ paylaşıyor olmak…Benzer öyküler, benzer yaşamlar… Bunca benzerlikten bir farklılık çıkacaksa, sahicilik denilen şeyle çıkabileceğine inanıyorum. Ve gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, doğru ya da yanlış, inandıklarımın arkasında sağlam durdum; çünkü inancım da sahiciydim. Yanılmış olduğum zamanlar da bile…


Anlatmamı istedikleriniz bunlar mıydı?
Şiir!.. Evet ama, o zaten bütün bunlardan süzülüp çıkmadı mı?

Çiğdem Sezer
Eylül 2007 Yazılıkaya