19 Ocak 2008 Cumartesi

"Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon” üzerine Çiğdem Sezer’le Söyleşi(Ahmet Özer)



"Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon” üzerine Çiğdem Sezer’le Söyleşi

-Sevgili Çiğdem, Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon, düzyazı alanında ilk kitabın. “Beşibiryerde” şiir kitaplarının ardından böyle bir yapıtın yazılmasını hazırlayan ortam ve koşulları öğrenebilir miyiz?

- “Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon” yayımlanan ilk düz yazı kitabım, doğru; ama senin de bildiğin gibi, bundan önce bir roman çalışmam vardı: Aşklar ve Baharatlar. ..

- Evet, Inkilap Kitabevi Roman yarışmasında ödül almıştı yanılmıyorsam…

- Haklısın. Aslında önce romanın yayımlanmasını düşünüyorduk, ama kent kitabı öne geçti. Kısa bir süre sonra da Aşklar ve Baharatlar adlı romanım yayımlanacak. Yani düz yazı çalışması anlamında Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon ilk değil. Senin “Beşibiryerde” diye tanımladığın şiire gelince; önce, bu tanım için teşekkür ederim; işaret ettiği değer için… Aslında gerek roman gerekse bu kent kitabı için alt yapıyı sağlayan yine şiir oldu. Sadece şiir yazmıyordum, şiir üzerine yazılar yazıyor, bir anlamda yazarak yeniden okuyor, açımlıyordum kimi şiirleri. Sanırım bu yazılar benim için ön hazırlık oldu. Kaldı ki yazı her zaman iyi bir düşünme biçimi olmuştur benim için. Daha önce roman ya da başka bir düzyazı kitabı düşüncem olmamıştı. Ama bir gün kendimi hazır hissettiğimde, şiir için yazdıklarım yetmemeye başladığında, kitap oylumunda bir çalışma düşüncesi gelişti. Bunda emekli olmamın, zaman konusunda daha rahat olmamım da payı var kuşkusuz. Ama zaman, ikinci derecede önemliydi benim için. Kendimi hazır hissetmek…Sanırım anahtar cümle bu. Yoksa, olağanüstü ortam ve koşullardan söz edilemez.

-Trabzon 3 bin yıllık bir kent, üzerine yazılmadık yazı kalmadı nerdeyse. Öylesine geniş bir alana, bir yapıtla katkıda bulunmayı tasarladığında, seni ürküten ve sevindiren etmenler nelerdi?

-Bu kitap önerisi Heyamola Yayınları editörü Ömer Asan’dan geldi. Türkiye’nin Kentleri adlı dizi kitap projesi kapsamında Trabzon’u yazacak ismi saptamaya çalışırken beni önermişler. Beklemediğim bir öneriydi bu. İlk tepkim şaşırmak oldu elbette. İkinci tepkim de ürkmekti… Şaşırdım; bu alanda ürün veren, çalışma yapan pek çok isim vardı, neden ben?.. Ürktüm; olabilir miydi, yapabilir miydim, ön yargılarla başa çıkabilir miydim?...Karar vermem için tanınan süre dolduğunda, ben kitabın ilk otuz-kırk sayfasını yazmıştım bile. Yani yazmaya karar vermek için de yazdım. Dediğim gibi, yazı benim için en iyi düşünme biçimidir. Olur mu, olmaz mı diye kurgulayacağıma, oturdum yazdım. Yazıyı mekanik bir işlev, bir araç olarak görmedim hiçbir zaman. Bu nedenle de yazdıklarımın önce bana yazınsal bir haz vermesi gerekirdi. Yazarak bunu denedim ve gördüm ki oluyor, haz alarak yazabiliyorum.Bu hazzı yakaladıktan sonra diğer sorular ve kaygılar silindi. İnandıklarımı savunmak konusunda hiçbir kaygım yoktu zaten. Birilerinin karşı çıkması, eleştirmesi, beğenmemesi gibi konuları hiç dert etmedim yazım sürecinde. Ben gördüklerimi, inandıklarımı, duyumsadıklarımı yazdım, yorumladım. Bu anlamda içim rahat.

-Trabzon’un çocuk aklınla gözlediğin kent olgusunu ardında bırakıp nice yıllar bu kentin dışında yaşamana karşın, yapıtında son derece özgün saptamalar gördüm. İleride bunları belki yazarım diye düşünmeden biriktirdiğin ve kitabında yansıttığın bu görüntülerin ruhsal yapındaki etkileri üzerine bir değerlendirme yapabilir misin?

-Bu dizinin en güzel yanı, kitapların yaşanmışlıklardan yola çıkılarak yazılıyor olması... Başka türlü yazamazdım zaten, yazmazdım. Öyle olunca, bir anlamda yarı kurgusal bir metin çıkıyor ortaya. Yaşadığım, hayal ettiğim, yoksun bırakıldığım her şey…Aslında güzel olan “belki yazarım” düşüncesi olmadan gerçekleşen yaşantıları aktarmaktı. Küçük birer gerçeklik olarak belleğimde yer eden ayrıntılar, bugünkü bakışımla birleşti ve o saptamalar çıktı ortaya. Ruhsal yapım üzerindeki etkilerini aktarmak çok zor. Bir anlamda beni ben yapan, “bu” ve “böyle” yapan ayrıntılardan , yaşanmışlıklardan söz ediyoruz çünkü. Bir kız çocuğu olarak yoksun bırakıldığım her şey için öfkeli, elde etmekte kararlı, hatta kavgacı; yatılı okuduğum için kısıtlanan özgürlüğüm konusunda aşırı duyarlı, bastırılmış güdülerin yarattığı yarım kalmışlık duygusunu yaşadığım için sevgiyi ve arkadaşlığı bölüşmek, çoğaltmak konusunda istekli. Ama tam tersi de olabilirdi…Yıllardır kente dışardan bakıyorum, evet. Ama bu, benim bakış açımı genişleten bir durum oldu. Fizik kanunları gereği, içinde olduğunuz şeyin bütününü görmeniz olanaksızdır. Bütünü görmek için dışardan bakmak gerekir. Trabzon üzerine onca yazı yazan, çalışma yapan, o kenti iyi tanıyan biri olarak, sen özgün saptamalar bulmuşsan kitapta, bu da benim düşüncemin haklılığı anlamına gelir. Tabii büsbütün dışında olmak değil söz ettiğim. İçinde olmanın getirdiği duygusallığa kapılmadan gerçekleri görmekten, dile getirmekten söz ediyorum. Kentimi seviyorum evet; ama bu, gözümü kör eden bir sevgi değil. Ben onu görerek seviyorum. Alıştığım bazı kültürel değer ve mekânların yitip gitmesi, herkes gibi bana da acı veriyor elbette. Yazarken bir kez daha duyumsadım o acıyı. Parça parça görüp değerlendirdiklerimi, belki gözden kaçırdıklarımı bir kez daha görmeme neden oldu bu kitap. Değişimin kaçınılmazlığı bir gerçek; ama, bu değişim sürecinde hiç değilse kentleşme anlamında bazı gelişmeler yaşanmalıydı. Bundan kastım, “plaza”ların, “fast food” ların artışı değil elbette.

-Bu düşünceni somutlaştıracak bir örnek verebilir misin?

-O dönemleri yaşamış biri olarak 60’lı 70’li yıllardaki kültürel yayınları düşün…Edebiyat dergisi çıkaran, sanat geceleri düzenleyen fakülteler; müzik, tiyatro ve daha pek çok etkinlik…Bugünse Trabzon’da çıkan edebiyat dergilerinden kent insanının pek çoğunun haberi bile yok. Dahası, ulusal çaptaki dergileri Trabzon’da bulmak neredeyse olanaksız. Bütünü eleştirebilir, yapılanı onaylamayabiliriz; ama, bunu yapabilmek için de izlemek, bilmek gerek. Yalnızca Trabzon’un değil, ülkenin –hatta küreselleşme iddiasındaki dünyanın da- sorunudur bu. Ne ki Trabzon gibi bir zamanlar kültür başkenti diye anılan bir kentin bu sorundan daha az etkilenmesi beklenirdi. Bu anlamda Trabzon’un “kapalı” olduğunu düşünüyorum; evrensel çaptaki sorunları kendi içine kapanarak çözmek olanaksız. Elbetteki kendinde olanı korumalı, ama öte yandan da dışarıda olan biteni izlemeli…Bu açıdan bakıldığında kendinde olanı korumak konusunda da başarılı olduğumuz söylenemez

-Böyle bir yapıtın bir bayanın kaleminden çıkmasının kente bir başka pencereden bakmak anlamı taşıdığını söylemek söz konusu mudur?

-Bu soruya benim evet diye yanıt vermem ne kadar doyurucu bir yanıt olur, bilemiyorum doğrusu. Bildiğim, gerek dosya aşamasında okuyan yazar dostlarımın, gerekse yayınevinin bakış açımı farklı bulduğudur. Evet, farklı bir penceredir söz konusu olan. Ama o farklılığı yaratan kadın oluşum mudur yalnızca?...İşte buna asıl yanıtı verecek olan, okurdur sanırım. Ancak şu var ki, içselleştirmediğim bir konuyu yazmam olanaksız. İçselleştirmeden kasıt, hücrelerinize dek duyumsamak, benimsemekse –ki öyle- , benim hücrelerimi de cinsiyetimden bağımsız düşünemeyeceğimize göre, bir kadın bakışının, penceresinin olduğundan söz edebiliriz sanıyorum.

- “Tarihin dişi yanı eksiktir” diye yazdığını anımsıyorum..

- Evet, bunda ısrarlıyım. Çünkü tarihi yazan erkekler olmuştur. Erkek gözü, yüreği ve beyni ile…Kasıt filan aramıyorum tabii. Evrensel gerçekliklerin etkisi ile oldu bu. Ama bugün gelinen noktada, kadın kalemlerin artması gerektiğini düşünüyorum. Ancak o zaman bütünsel bir
bakış açısı edinebiliriz.

-Yapıtında Trabzon insanının toplumsal yapı içerisindeki yerini geniş bir perspektiften ele alırken, orada gördüklerinin genel yapıdan farkı nedir? Burada kentin dünü ile bugünü arasındaki düşünce örgüsünü ve bu örgünün bugünkü görünümünü de düşünerek, neler söylemek istersin?


- Parçayı bütünden bağımsız düşünmek olanaksız olduğuna göre, Trabzon insanını da ülkenin bütününden bağımsız düşünemeyiz. Bugün yaşanan sorunların temelinde yatan da felsefenin, analitik düşüncenin eksikliğidir bir anlamda.. Analitik düşünemeyen, çözümleme yapamayan bir toplum, toptancı yargıların, önyargıların kurbanı olmaya yazgılıdır. Bu da diğer pek çok sorun gibi geniş ölçeklidir; eğitim sistemimiz ezbere dayalı hâlâ; felsefe ve mantık müfredat dışı…Böyle olunca da özgün bakış açısı oluşturabilecek, evrensel ölçekli düşünce üretebilecek beyinleri daha baştan köreltiyoruz. Birey olma gereğini kavrayamadık; toplumsal olanın birey olabilmekten geçtiğini de. Birey olmak, bazı geleneksel değerlerin, aidiyet duygusunun yitirilmesi demek değil ki. Kendi değerler sistemini oluşturabilecek özgür düşünceli bireyler yetiştirmek ve onlara aidiyet duygusunu yaşatacak bir bütünlük sunabilmek...Zaman zaman kopuş duygusunu yaşadığında, oluşturduğu değerler sistemi onun dayanmasını olanaklı kılacaktır. Bizim bunları başardığımız söylenebilir mi? Bilinir ki aidiyet duygusu, Trabzon insanı için oldukça önemlidir. Genel anlamda yaşanan kültür erozyonu karşısında tutunacak dal, ait olacak bir yer arayan birey , bu gereksinimini bazı gruplara dahil olmakla karşılama yoluna gidiyor. Özellikle gençler…Bunda işsizliğin, sosyal, kültürel etkinliklerin ve enerjilerini olumlu yönlendirecek mekanizmaların yeterli olmayışı da etkili oluyor. Bu da beraberinde söz ettiğimiz olumsuzlukları, hatta yasal olmayan yapılanmaları getiriyor. Trabzon insanının devingen yapısı, enerjik tutumu onu “eylem” e yöneltiyor.
Bu “eylem” e düşünsel, sosyal, kültürel, ekonomik anlamda işlevsellik kazandırmak gerektiğini düşünüyorum.

- Yalnızca durumları ve olguları değil, o durum ve olguların insan psikolojisine yansımalarını da yansıtıyorsun. Bu anlamda Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon için, Trabzon’dan ve onun gerçeklerinden yola çıkan ama genel anlamda insana uzanan bir iç tasarımı var, diyebilir miyiz?

-Bunu diyebilmenizi, okurun da bunu diyebilmesini yürekten isterim. Çünkü Trabzon da evrensel gerçekliklerin, dünya ölçekli politikaların yansımalarından payına düşeni alan bir kent sonuçta…Kuşkusuz her yazarın bir bakışı, biçemi var. Başka bir yazar, başka perspektiflerden bakabilir, farklı bir bakış açısıyla aktarabilirdi gerçeklikleri. Benim seçimim, tek tek olguları ya da bireyleri öne çıkarmak, lokal saptamalar yapmak değildi; istedim ki başka kentlerin başka okurları da kendilerine dair gerçeklikleri bulabilsinler bu kitapta. Sonuçta “insan” dan söz ediyoruz…

-Duygu yoğunluğu taşıyan anlatımının yitip giden görüntülerle kesişmesi okurda- özellikle anlattığın kent Trabzon’u bilen okurda- iç sızısı oluşturuyor. Bu noktada şunu sormak istiyorum: Trabzon kent olgusunu yitirdi mi? Yitirdiyse, günümüzdeki olumsuzlukların temelinde bu yitirilenlerin etkisi var mıdır?

-Yazık ki evet; Trabzon kent olgusunu yitirdi. Ve ben bunu vermek zorundaydım. Kentime duyduğum sevgi ve sorumluluk, yazıya duyduğum saygı bunu gerektiriyordu. Bugün yaşanan olumsuzluklarda elbette payı var bu gerçekliğin. Kent, insanların süslü kıyafetlerle dolaştığı, koca koca mağazaların olduğu ışıklar içindeki bir yer değil ki! Tarihi, kültürel, bilimsel, edebi anlamda varsıllık,entelektüel birikim... Kısaca, bireyin varoluşuna anlam kazandırabileceği etkinlik alanlarını içerir kent olgusu, içermelidir. Bunlara dağarcığım yettiğince değindim kitapta. Bilim, sanat, sosyal ve kültürel yaşantı zenginlikleri…ve daha pek çok şey…Günübirlik yaşantılardan söz etmiyorum elbette; yüzlerce, binlerce yıl sonraya kalabilecek yaşantı ve yaratım zenginliğinden söz ediyorum. Ama bunu söylerken, sanki olup bitenler Trabzon özelinde gerçekleşiyormuş gibi bir yanılgıya da yer vermek istemem Trabzon’da olup bitenler, ülkede –hatta dünyada- olup bitenlerle paralellikler taşımaktadır. Ama ben Trabzon’u anlatıyordum; bu gerçekliklerin oradaki yansımalarını almalıydım. Öyle de yaptım. . Her şeyin paraya endekslendiği, neredeyse tüm değerlerin alınır-satılır olduğu bir sistemin kıskacındayken, alınıp satılamayacak bazı değerlerin olduğu, bunların korunması gerektiği bilinir bilinmesine de nedense görmezden gelinir çoğu zaman …Kapitalist sistem, tüketim kültürü, popüler yaşam modelleri neyi ifade ediyor; neleri alıp götürüyor kültürümüzden? Bu soru ve sorunların üzerinde durup düşünmedikçe, yaşanan olumsuzlukları aşmak olanaksız. Olumsuzluklar alan değiştirebilir, ama süredurur. Trabzon, uzun yıllar bu sorunları futbol perdesiyle gölgeledi. Kent insanı bir anlamda futbola sığındı; başarı ve zafer duygusunu onunla yaşadı. Ama göz ardı edilen bir şey vardı; kapitalizm denen şey, diğer değer ve olguları olduğu gibi sporu da paraya endekslemişti. Bu anlamda kentsel bir başarıdan, takım ruhundan söz etmek de olanaksızdı. Öyle oldu. Elbette kentte hâlâ çaba veren, kent olgusunu yaşatmak için direnenler var. Bunları saygıyla karşılıyorum. Yazık ki popüler kültür ve onun dayatması olan tüketim politikaları karşısında bu çabaların yeterli olduğunu söylemek olanaksız.

-Trabzon’da yaşanan bazı olumsuzlukların ülke hatta dünya gerçekleri ile paralellikler taşıdığını söylüyorsun; farklı olan ne peki ? Trabzon bu anlamda Türkiye gündeminde neden son yıllarda daha fazla yer aldı?

-Bunun yanıtını vermek için bazı bilgilere-verilere sahip olmak gerek. Bu anlamda yeterli bilgiye sahip değiliz yazık ki. Ancak son dönemlerde yapılan bazı çalışmalar var. Onlardan yola çıkarak varsayımların gerçekleşebilirliği üzerinde düşünce üretebiliriz. Güvenilir bazı anketlere göre 18 yaş altındaki gençlerde şiddete uğrama oranı Türkiye genelinde %30 iken, bu oran Trabzon’da %56. Bu bile başlı başına bir nedendir. Yine bu anketlerden çıkan sonuç, hayatı anlamsız, boş bir alan olarak gören gençlerin oranının ülke genelinde %9 iken, Trabzon’da %45 olduğu…Şiddete uğrayan, birey olarak varoluşuna anlam kazandıramayan bu gençlerin bir de işsizlik, danışacak güvenilir insan kaynağı yoksunluğu yaşadığı düşünülürse, sorunların nedeni de kendiliğinden ortaya çıkar.

- Kısa vadede çözüm için neler yapılabilir sence?

-Bu tür sorunların kısa vadede çözümü olanaksız olmakla birlikte, yapılabilecek bazı şeyler var, olmalı…Klasik olacak belki ama eğitim sürecini çok önemsiyorum. Yalnızca örgün eğitim değil söz ettiğim. Öncelikle ana, baba eğitimi; çocukların, gençlerin yaşadığı sorunların birinci derecede sorumluları onlar çünkü. İlgili kurumlar bunun için öncü olabilirler. Ayrıca gençlik merkezleri oluşturulabilir. Buralarda bulunan uzmanlar aracılığı ile gençlerin sorunlarını çözmelerine yardımcı olunabilir..Meslek edindirme kursları, hobi merkezleri…Bunlar aklıma ilk gelenler…Konunun uzmanları çok daha fazlasını yapabilir, yapmalı…Yapılan ankette son yıllarda Trabzon’la anılan bazı olayların kente etkilerinin ne olduğu sorusuna verilen cevap şu;” Trabzon’un adı duyuluyor, Trabzon marka oluyor. ” En tehlikelisi de bu olsa gerek; Trabzon, koynunda sakladığı binlerce yıllık tarihi-kültürel mirası ile “marka” olmuşken, şimdi böylesi olumsuzluklarla adının anılmasından “gurur ” duymak! Gözümüzü açıp aynaya bakmanın ve “neler oluyor” diye sormanın zamanı geldi de geçmiyor mu? Pek çok sivil toplum kuruluşu, dernek vb. yapılanmalar var. Bunlar işlevsel hale gelebilirler bu konularda. Daha kaç on yıl Trabzonspor şampiyon olsun diye bekleyeceğiz! Ya da horon ekibimizin aldığı derecelerle yetineceğiz! Bunlar gerekli elbette; ama yeterli değil. Bunu anlamak zorundayız. Anlamak ve bir şeyler yapmak… Trabzon’da yazma yeteneği,isteği olan nice genç var. Bunları yönlendirebilecek atölyeler, çalışma grupları oluşturulabilir. Belediye, Üniversite, Kültür Müdürlüğü ve diğerleri… Davetli gittiğimiz bazı illerdeki etkinlikleri görünce düşünürüm bunu hep; neden Trabzon değil? Kastım, göstermelik bazı adların arzı endam etmesi değil.Sürekliliği olan etkinliklerden söz ediyorum.

-Binlerce insanın yaşadığı bir kentte kime sorsan kendinin bir kenti olduğunu öğrenirsin. Trabzon’u yazarken “Bu benim kentim” mi? yoksa “Bu benim kentimdi” mi ağır basıverdi. Bunun yanı sıra kitabında anlatamadığın değerlerimizin yerine önümüzdeki süreçte neler konulabilir?

-“Bir kez yaşanmış olan, yaşanmamış gibi olamaz, artık” der psikoloji. O yaşantı iliklerinize işlemiş, hücrelerinize sızmış, sizi siz yapan temel öğelerden olmuştur çoktan. Bu anlamda “benim kentimdi” demek anlamsız olur. Elbette ki Trabzon benim kentim. Yalnızca bu psikolojik gerçeklik nedeniyle de değil; ilk adımlarımı attığım, ilk sözcüklerimi söylediğim, ilk sevinçleri, hüzünleri yaşadığım, kişiliğimi oluşturduğum kent olduğu için de…Trabzon’u “di” ekiyle geçmişe gömmeye çalışmak, kendi kimliğimden büyük bir parçayı da gömmek gibi olur ki bu olanaksız olduğu kadar, acıdır da. Kitapta da dediğim gibi, özgürlük ve aidiyet iki vazgeçilmez duygumdur. Özgürlük olasılığı da ancak aidiyet içinde yer bulur kendine. Ve ait olmak; kopmak, ayrılmak düşüncesini de içerir. Bu anlamda benim Trabzon’la olan ilişkim, insanın temel çelişkilerinden olan ait olma ve özgürlük çelişkisini de içeren karmaşık bir ilişkidir. Bütün insani ilişkiler gibi çatışmayı da içerir elbette. Yitirilen değerlerin yerine önümüzdeki süreçte neler koyulabilir?... Doğrusu bu çok zor bir soru. Nesnel anlamda yitirdiklerimizin yerine bir şeyler koymak olanaksız. Örneğin benim de öğrenim gördüğüm Kız Ortaokulu…Bilirsin, olağanüstü güzellikte bir Rum eviydi orası.Yıkıldı ve yerine beton bir bina yapıldı, öğretmen evi olarak. Oysa özgün haliyle restore edilebilir, öyle kullanılabilirdi. Şimdi onun yerine neyi koyabiliriz? Bu yalnızca bir örnek, böyle pek çok örnek verilebilir. Tek tek değil, bütüne baktığımızda, bu yıkımların kentin mimarisini, tarihi dokusunu nasıl da eksilttiğini görmek çok acı. Oysa nice kentler var, adım atar atmaz tarihi dokuyu iliklerinize dek duyumsuyorsunuz. Trabzon, zengin tarihi, kültürel birikimi olan bir kent. Yazık ki bilinçsiz, sorumsuz yıkımlar sonucu kentte bu birikimi hissetmek neredeyse olanaksız. Yenicuma Camisi’nden inen yokuşta Rum evleri vardı, hatırlarsın. O evlerin hiçbiri yok şimdi. Yerlerinde yüksek apartmanlar var. Oysa Yenicuma Camisi etrafındaki o evler restore edilebilseydi, orası neredeyse bir açıkhava müzesi gibi olurdu. Hem tarihi dokuyu yaşatmak hem de pek çok turistin ziyaret ettiği caminin etrafında bir turizm merkezi oluşturmak olanaklıydı. Kentin coğrafi anlamdaki sıkışıklığını bilmiyor değilim; ama bu sıkışıklığı aşmanın yolu tarihi mirası yok etmek olmamalıydı.

-Fatih Hamamı için de böyle bir düşüncen vardı sanırım..

- Yalnızca bir hayal benimki, biliyorum. Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği iki kentin biri İstanbul’sa, diğeri de Trabzon. Fetihten sonra bu hamamda yıkanıyor Fatih; hamamın adı da oradan geliyor zaten. Böyle bir tarihi olan mekânı nasıl koruyup kolluyoruz! Son gördüğümde –birkaç ay önce- etrafı bir mezbelelikten farksızdı. Sormazlar mı insana “hangi milliyetçilik” diye!... Benim hayalim o mekânın restore edilmesi, etrafının açılması, tam karşısındaki tarihi Hacıkasım Camisi’ni de içine alacak şekilde bir düzenleme yapılması.

- Anlatımında sürekli bir değişimden söz ederken gelişmeden çok bir yozlaşmanın fotoğraflarını çekiyorsun. Bu tür kitapların tam da bu noktada yapmak istediği ne olabilir?

-Evet, bu kitap bir fotoğrafı getirip koyuyor önünüze. Elbette ki yazarın öznelliği etkilidir çekilen fotoğrafta. Ama fotoğrafların çoğalması, bakış açısını genişletir ve şu ya da bu şekilde düşünce üretimine katkısı olur. Kimileri, evet, ne kadar da haklı, derken, kimileri, hayır canım, öyle değil, diyerek karşı düşünce üretir. Böylece küçük de olsa bir tartışma zemini, düşünce ve olabilirse çözüm üretme çabası gerçekleşir. Kaldı ki benim yola çıkış amacım, bir sosyal gerçekliği gözler önüne sermek, bir yozlaşmanın ya da zenginleşmenin fotoğrafını çekmek filan değildi. Bunu kitapta açık seçik söylüyorum zaten. Ben, seçilmiş bir öznellikle kenti kentimi anlattım. Yozlaşma, sorun, çözüm gibi başlıklar başka disiplinlerin işi. Ayrıca, istedim ki okur, kitabı okurken, yazınsal bir haz da alsın. Bunu önceledim hatta. Yani sosyal gerçeklikler, yazınsal haz duygusunun arkasında göründüğü kadar yer aldılar kitapta. Buna rağmen öne çıktılarsa bunun sorumlusu ben olmasam gerek! Bu tür kitaplar, yazınsal haz dışında, şu ya da bu açıdan kentin öznel tarihini kayıt almaya yarar her şeyden önce. Ve belki, bir kez daha durup düşünmeye…Her gün Meydan Parkı’ndan geçip giden, etrafındaki büstlere bakmadan, baksa da görmeden, kim olduğunu, neden orada olduğunu merak etmeden yürüyen insanlardan biri, olur da Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon’u okursa, hiç değilse bir kez dönüp bakacak o büstlere ve “merhaba” diyecek belki de Hasan İzzettin Dinamo’ya, Celalettin Algan’a…”Bugüne dek sizi görmeden geçip gittiğim için bağışlayın”…Ya da Trabzon Lisesi’nde bir öğrenci, öğretmen, veli ya da yolu oradan geçen herhangi biri, lisenin bahçesindeki manolya ağacının öyküsünü, o ağacın kesilmemesi için yapının planını değiştiren mimar Taut’u anımsayacak ve bugün yaşananların nasıl da yıkıma, kıyıma dayalı olduğunu düşünüp yazıklanacak.. Bir tek ağacın yaşamı nasıl da zenginleştirebileceğini düşünecek. Ve eminim ki çoğu okur, Gülbahar Hatun Türbesinin önünden geçerken bir kez daha durup bakacaklar, orada bir keder anıtı olarak yatan kadın olma trajedisine…Hanesi hüzün olan o kadınlardan biri de ben miyim, diyecek belki de. Kim ve ne olduğu sorusu ister istemez kemirecek beynini.. Hız çağında, teknolojinin kuşatmasında, sanal bir ortam da yaşadığımız düşünülürse, bütün bunlar az şey olmasa gerek…

-Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon’da anlattıklarını bugün algılayamayacak konumda olan binlerce insan var. Anlatılanlarla yüreği arasında bağ kuramayacak onca insanın yaşadığı bir kentte kitabının hedef kitlesi kimler olabilir?

- Söylemiştim; benim için öncelikli olan, yazdıklarımın bana haz vermesiydi. Öyle de oldu. Aynı şeyi okur için de istedim. Umarım bu da gerçekleşir. Elbette bu öncül amacın ardından gelen beklentilerim de var. Olabildiğince okura ulaşmak, neleri yitirdiğimizi, yitirdiklerimizin yarattığı boşluğu nelerle doldurmaya, örtmeye çalıştığımızı aktarabilmek. Bu anlamda anlattıklarımın yeterince algılanacağı düşüncesindeyim. Genç nüfustan söz ediyorsan, bence ülkede olan bitene ne kadar duyarlıysalar, ne kadar algılayabiliyorlarsa olayları, yazdıklarıma da ancak o kadar duyarlı olacak, ancak o kadarını algılayabilecekler. Ama bu, bütün yazınsal üretimler için geçerli, yalnızca bu kitap için değil. Gençlerin 60’lı,70’li yılların kent ortamına yabancı kalmaları doğal. Bu açıdan bakıldığında ben de birkaç on yıl öncesinin ortamına yabancıyım. Bu, o yılları algılayıp anlayamadığım anlamına mı gelmeli? Elbette ki yüreği ile bağ kurmasını isterim okurun. Ama düşünce yoluyla kurulan bağ da önemsenmeli. Ki belki de kentin şimdilerde en çok gereksinim duyduğu da budur; düşünsel anlamda bağ kurmak…

-Böyle bir kitabın benzerini 100 yıl önce yazan biri olduğunu düşünüp o kişinin böyle bir yapıtta neleri anlatmasını isterdin? Senin konuşturduğun mekânların ötesinde konuşmasını istediğin kimler ve neler olabilirdi?

-Şuna “100” değil, yüzlerce yıl desek…Gülbahar Hatun’u konuşturmak isterdim; yaşadıkları, yaşayamadıkları, acıları, sevinçleri…Fatih’i Bulgar Dağı’nda dinlemek, neler hissettiğini bilmek isterdim. “Ayine-yi Efkâr” da oturmak, orada İbrahim Cudi, Kitabi Hamdi ile sohbet etmek, Leyla Saz’ın udunu dinlemek isterdim. Sonra Meydan Parkın’nda bir deve kervanının geçişini izlemek, o kervanla yola düşmek, Hamsiköy’de bir handa konaklamak isterdim. Şehzade Selim’in ilk aşkının kim olduğunu bilmek, bu aşkın hikâyesini ilk ağızdan dinlemek ne güzel olurdu! İnsanların Rum, Ermeni, Türk, Müslüman, Hıristiyan demeden bir arada, iç içe yaşayabildikleri bir mahalleyi tanımak,o mahallenin bir gününü öğrenmek isterdim. Keten bezi dokuyan tezgahların ezgisini dinlemek isterdim. Ama en çok da dünyaya ihraç edilen şarapların yapıldığı üzümlerin yetiştiği bağları bilmek isterdim. Zağanos Paşa’yı, Kornelya’yı, Hafsa Sultan’ı dinlemek de fena olmazdı! Ya da takvimler 1400’lü yılları göstersin, Sara Hatun bir yandan ud çalıp bir yandan da Rum İmparatorluğu’ndan Osmanlı’ya geçiş sürecini, o arada yaşanan değişimleri anlatsın bize. Yoksa Maruşka mı olsun merkezde? Rus işgali bitmiş, kaçan kaçmış, kalan kalmış, Maruşkacık kendi trajedisini suskunluğuna gömmüş…O suskunlukta sakladıklarını dökse yazıya Maruşka…Ben bunlara değindim değinmesine de, birebir yaşanmışlıkları aktaracak biri olsa çok daha iyi olmaz mıydı? Ama hiç değinemediklerim de var; Mustafa Suphi ve arkadaşları, Rus İşgali sürecinde kentte yaşananlar…

-Klasik anlamda dil ve yazın eğitiminden geçmemene karşın dili bu denli pürüzsüz kullanmandaki emeğinin şair kimliğinle ilintisi ne olabilir?

-Böyle düşündüğün için sevindim. Dili pürüzsüz kullandığımın söylenmesi çok güzel. Hele de senin gibi ömrünü dile ve dil eğitimine adamış biri söylüyorsa bunu…Şairliğim mutlaka etkili olmuştur ama, sanırım anahtar sözcük sevgi; ben sözcükleri seviyorum. Onlarla iç içe, yan yana olmayı; kavga etmeyi, sevişmeyi, birleşmeyi, ayrı düşsek de birbirimizden kopamamayı…Bir söyleşide söylemiştim bunu; sözcükler her zaman en iyi arkadaşım oldu benim. Ve ben, aramızdaki arkadaşlığa özendim. Sanırım bu özenli arkadaşlığın payı büyük. Yoksa, dediğin gibi klasik anlamda dil eğitimi almadım. Öğretmen olduğumu söyleyince branşımı sormuyorlar bile. Doğal olarak edebiyat öğretmeni olduğum düşünülüyor. Oysa ben sağlık eğitimcisiyim. Sözcüklerle aramda sezgisel bir bağ var; bu güçlü bağ, onlarla arkadaşlığımızı pürüzsüz kılıyor, kılıyorsa. Çok okumanın etkisi yadsınamaz. Yine de, içsel bir şey olduğunu düşünüyorum ben. Daha okuma-yazmayı öğrenmeden seviyordum sözcükleri; şarkıların sözlerini değiştiriyor, başka sözcüklerle başka dizeler kuruyordum. Tabii bu sezgisel yakınlığı geliştirmek gerekliydi ve bu anlamda şiirin katkısı çok büyük oldu.

-Kimliğimizi belirleyen bir kent üzerine oluşturduğun yeni yapıtından dolayı başarılar diliyorum.Yazdıklarının duygu yüklü bir anlatımla yoğrulmasının okur açısından yararlı olacağını düşünüyor, emeğini kutluyorum. Son olarak neler söylemek istersin bu konuda?

-Güzel dileklerin ve bu söyleşi için teşekkür ediyorum. Dileğim, kitabın önyargılara kapılmadan, hamasi duyguların etkisinde kalmadan okunması, değerlendirilmesi. Birey olarak hepimizin sorumluluğu var. Ben bu kitapla bir anlamda o sorumluluğumu yerine getirdiğimi düşünüyorum. Çok kolay bir yol vardı; güncel, popüler olana yönelir, sivri sözler eder, kolayca dikkat çekebilirdim bu kitapla. Bunu yapmadım; başta da dediğim gibi, kentime olan sevgim ve yazıya olan saygım buna izin vermezdi. Tabii birey olma sorumluluğum da… Bir de kitap dışında kalan, değinemediğim konular kişiler… oldu. Bu konuda eleştiriler olabilir. Ama bu anlamda eksiksiz bir metin yazmak olanaksız. Umarım buradan yola çıkan birileri bu türde başka çalışmalar yapar. Serander Yayınları kentin tarihi kültürel dokusunu mercek altına alan güzel çalışmalar yapıyor, kitaplar yayınlıyor. Ben de yazım sürecinde bu kitaplardan oldukça yararlandım. Ama Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon, farklı bir içerikle oluştu. Denilebilir ki “kentin duygusal tarihi” mercek altına alındı. Bu merceğe tutulması gereken ne çok yaşantı var!...Umarım başka kalemlerden de o yaşantıların izdüşümlerini görüp okuyabiliriz.