20 Ocak 2008 Pazar

ŞİİR İKLİMİNDE KADIN COĞRAFYASI



ÇİĞDEM SEZER

ŞİİR İKLİMİNDE KADIN COĞRAFYASI


Konu başlığındaki ‘coğrafya’ nın sınırlarının ne olması gerektiğini düşündüm bir an. Kuşkusuz, amaçlanan ‘Türk şiir ikliminde kadın coğrafyası’ idi. Ama ne fark ederdi ki! Çok değil, kısacık bir an düşünmek, birkaç ismin izini sürmek yeterliydi şiirde kadın coğrafyasının sınırsızlığını anlamaya.Tersine okuma oldu bu; bu cümleden anlaşılması gereken, ‘şiirde kadın coğrafyasının sınırsızlığı’ değil, ‘erkek egemen düşüncenin sınır tanımazlığı’ olmalı. Bu bağlamda, aynanın iki yüzü gibi gördüğüm iki ismi anacağım yalnızca.Üç yıl arayla doğup, dört yıl arayla ölmüş iki şair kadını: İlki 1932 doğumlu Sylvia Plath; ikincisi 1935 doğumlu Füruğ Ferruhzad. Sylvia öldüğünde 31, Füruğ ise 32 yaşındaydı.


Her ikisi de apayrı coğrafya ve iklimlerde (fiziki, kültürel, dinsel, felsefi, politik... vs.) var olmaya çalıştılar. Ortaklıkları, şair ve kadın olmalarıydı. Onca farklılığın arasında bir ayrıntı gibi duran şair / kadın olma ortaklığı, bu iki kadının yazgılarını neredeyse aynılaştırmıştı.Bilindiği gibi her ikisi de şiir iklimine önemli etkileri / katkıları olmuş iki iyi şairdi.Ve ikisi de bunun –şair kadın olmanın- bedellerini kısacık yaşamlarının neredeyse her anında ödemek zorunda bırakıldılar. Hatta ölümleriyle...Bilindiği gibi Sylvia ‘nın ölüm nedeni, intihar; Füruğ’un ki ise, ardında ‘cinayet’ olduğu kuşkusunu bırakan bir kazaydı.
Özetle, fiziki coğrafya değişse de, şiir ikliminde kadın coğrafyasında fazla bir şey değişmiyor.
Peki ama neden?


Pek çok neden sayılabilir.Kanımca öne çıkan nedenlerden biri, şairin erk tutkusu, bu bağlamda da otorite ile ilişki arzusudur. Neruda şunları söylerken haksız mıydı?
“...ülkelerinde, dillerinde ya da dünyada Baş Şair seçilmek isteyen kimileri var.Bunlar seçicileri bulmak peşinde koşarlar; krallık âsası için yarışmaya yakın yeterlilikte görünenlere hakaret yağdırırlar ve şiir bir maskaralığa döner.”


Şiir ve iktidar ilişkisi şiirin önemli sorunsallarından biridir; ama bu yazının ana konusu değildir. Değinmek istediğim, şair kadının iktidarla ilişkisidir. Ki Neruda’nın şairin iktidar tutkusunu anlatmak için seçtiği simge söz (krallık âsası) tam da bu konuya işaret etmektedir.Şiirde bir iktidar söz konusu olacaksa, o iktidar çubuğunu, ‘krallık âsası’ nı tutan el, bir erkeğin eli olacaktır!
Peki ama şair kadın ‘krallık âsası için yarışmaya yakın yeterlilikte’ mi görülmektedir de, erkek egemen bakış şair kadını yok saymaktadır? Neruda bile eril bir sözcükle tanımlıyor otorite çubuğunu...Öyleyse?...


Neruda’nın bu sözlerden amaçladığının iktidar tutkusunun yanlışlığını anlatmak olduğu, benim okumamın maksadı aştığı söylenebilir.Bunun doğru olmasını isterdim.Ama toplumsal bilinçaltı çoğu zaman ayrıntı gibi duran tercihlerde göstermez mi kendini! Neruda’nın yaptığı da budur aslında; şiir / şair adına bir yanlışı işaret ederken, seçtiği simge sözcükle, toplumsal bilinçaltındaki başka bir yanlışı bilince taşımak.


Bütün bunlardan hareketle; şiirin iktidarın yanında değil karşısında olması gerektiği, bu yüzden de şair kadının iktidar tutkusu gibi bir yanlışa düşmediği, yapılmak istenenin şiirde ,yaşamda eşit, özgürlükçü bir ortamda var olmak olduğu..vs. diyebilmek isterdim.Ama diyemiyorum.Hatta biraz ileri gidilirse, bunun tersini söylemenin olanaklı olduğu bile düşünülebilir: Madem ki iktidar çubuğunu tutan elin bir erkek eli olması gerektir,öyleyse onun yakınında durmak en doğrusudur! Böylece kralın âsası ile kutsanmak olası olacaktır! İşte tam da burada konu kişisel bir tercih olmaktan çıkıp, şiir, kadın, iktidar vb. kavramların sorgulanmasına dönüşür.Ve ne yazıktır ki bu tür tartışmalar, şiirin önüne geçer çoğu zaman.Böylece toplumsal, ideolojik duruşlarında ‘sıkı feminist’ tercihleri olduğunu iddia eden –hatta buna inanan- pek çok şair kadın, ister istemez erkek egemen figürlerin toplumsal bilinçaltındaki yerlerini güçlendirir.


Metin Celal, Sombahar Dergisinin hazırladığı Kadın Şairler Altarı özel sayısında ( Ocak Nisan ,1994) söyle diyordu:
“ Her kötü koşul içinde avantajlar da taşır.Azınlıkların da hakları vardır ve azınlık olmak zaman zaman bu hakları kullanarak çoğunluğa karşı avantajlı duruma getirebilir insanı.Kadın olmak, azınlık olmak, zaman zaman egemen olanlar arasından daha kolay sıyrılmayı da sağlayabilir.Her zaman olmasa da...”
Metin Celal yalnızca bir saptama olarak söylüyor bunları, olumlamıyor. ‘Malumu ilan’ gibi görünen bu tespit, yazık ki bugün de doğrudur ve ‘ azınlık’ olarak görülmek, daha kolay ‘sıyrılmak’ anlamına gelebileceği için ‘gizli gizli’ kabul de görmektedir ; en ikinci, en öteki, en...en...en...
Kişisel kanım, bütün bunların şiirden önce, toplumbilimin konusu olduğudur. Hatta psikolojinin ve daha bir çok disiplinin...En son şiire dahil olmalı bu sorun, olacaksa.Bazı ‘erkek’ ve ‘kadın’ların şiirin toplumsal kimlik kazanma aracı olmadığını anlamalarının zamanı gelmedi mi?

Şiirin bedenle kesinkes ilişki içinde olduğu doğru; haz ya da acı...Suç ya da ceza...Sözcüklerle...Sözcüklerin dillendirdiği, dış dünyanın bedendeki izdüşümleridir.Ve bu izdüşümün oluşumunda, rasyonel bakışın yanında, bedenin saklı hazinelerinin de rolü büyüktür.Bir kadın bedeni ile bir erkek bedeni farklıdır; dış görünüşlerinde olduğundan çok daha fazla farklılıkları barındırır ‘dahili’ bedenleri. Ama doğurmaya, parçalanmaya yakın olan beden kadın bedenidir ve mutlak bir ilişki söz konusu olacaksa dil ve beden arasında, bu ilişki, kadın bedeninin şiirsel dile benzerliği şeklinde olmalı değil midir? Yukarıda andığım pek çok olumsuzluğa karşın, bugün şiirimizin durduğu yerde bazı şair kadınların şiirin ‘kendinde’ saklı duran hazine dairesini keşfettiğini görmekten, o dairenin anahtarlarını ustalıkla kullanmalarından doğrusu büyük keyif alıyorum.Ve edilen sayfalarca sözden daha anlamlı geliyor bana o şair kadınların güzelim dizeleri. Azınlık olmanın avantajını değil, parçalanmış bedenlerinin kıvrak dillerini kullanıyor onlar.

Yazının başlığındaki ‘coğrafya’ yı şiirdeki ‘gerçeklik’ler olarak okumayı hiç düşünmedim doğrusu; çünkü yalnızca cinsel kimlikleri nedeni ile şair kadınların şiirlerinde ortaklıklar aramak, tıpkı azınlık olmayı kabullenmekte olduğu gibi, toplumsal bilinçaltındaki egemen erkek figürü güçlendirmekten başka bir şeye yaramayacaktı . Bir şair kadın prototipi varmış da, bütün şair kadınlar bu prototipe göre konumlandırılıyormuş gibi! Zaman zaman ortak izleklere rastlanması olasıdır elbette.Şiirin evrensel yapısı içinde de bu böyle değil midir?Ama izleği ‘ortak’ olmaktan çıkarıp ‘kendine has’ kılabilmişse, artık bir ortaklıktan söz etmek ne denli doğrudur! Bunu başaramamışsa, o zaman da şiirden söz etmek olanaksız olacağı için şair kadınların şiirsel gerçeklik anlamında bir genel değerlendirmeye tutulmaları kabul edilemez. Salt kadınlık durumları ile, şair kadınların şiir coğrafyasında yapay ortaklıklar aramak, bir takım gereksiz formülasyonlarla uğraşmak kime ne kazandıracaktır? Yapay bir zorlama ile mutlak bazı ortaklıklar aranacaksa, denilebilir ki; şair kadınların şiirsel coğrafyasında ev içi halleri, kadınlık durumları, kadın duyarlığı vb. ağırlıklıdır.Giderek benlik sorunu, kendi olmak çabası, öz varlığın irdelenmesi...Toplumbilim anlamında irdelenebilir bunlar.Çünkü salt cinsel kimliği nedeniyle ‘kendi’ olmak hakkı söz konusu olmayan bir ‘varlık’tır o. Sorun, şiirsel gerçeklikten önce, ‘burada’ / ‘hayatta olmak / kalmak sorunudur. Yinelemekte yarar görüyorum; bütün bunlar şair kadının iç dünyasını anlayıp yorumlamaya, bir takım çıkarımlarda bulunmaya yarar, yarayacaksa.Bu anlamda da şiirden önce, toplumbilimin ilgi alanında olmalıdır.


Merkezde ya da çevre de olmak şair kadının şiir coğrafyasını etkiler mi? Önce şunu söylemeliyim; düş gücü mekan tanımaz. Ve o düş gücü, şiirin has ipeğidir. Bu anlamda merkezde ya da çevrede, şu ya da bu olmak, şöyle ya da böyle bulunmak üstünlük ya da engelleme olarak değerlendirilemez. Ne ki o has ipek, eğer gerekli donanıma sahip olmayan, ilkel koşullarda işlenmeye çalışılırsa, ortaya ‘iyi’ bir ‘dokuma’ çıkması da olanaksızdır. Peki ama merkezde olmak, ilkel koşulları düzeltmeye, donanım eksikliğini gidermeye yeter mi? Tersinden sorarsak; çevrede olmak, donanım sahibi olmayı engeller mi? Kaba bir genelleme ile, merkezde olmanın şairin bakış açısını genişletebileceği, bunun da gereksinim/davranış ilkesi gereğince, kendini geliştirmesini hızlandıracağı söylenebilir.Ama şiir söz konusu olduğunda, bütün genellemeler gibi, bu genellemenin de geçerliliği kuşkulu olur. Üstelik teknolojinin geldiği nokta, sunduğu olanaklar, giderek merkezin ağırlığını yitirmesine yol açıyor.Büsbütün ortadan kalktığını / kalkacağını söylemek olanaksızdır elbet.Hiç değilse uzun bir zaman daha.Ama ‘elektronik ortam’ ın merkezle çevre arasındaki olanaklar dengesizliğini büyük ölçüde aştığını söylemek yanlış olmaz.


Merkezde olmaktan kasıt, bir anlamda iktidarın yakınında olmaktır ki, bunu bir olasılık olarak dahi düşünmek, şiir adına zaman kaybı olsa gerektir, diye düşünüyorum.
Kanımca aslolan, merkez ya da çevreyi beyninde oluşturmasıdır şairin.Eğer düşünce ve düş gücünüze şu ya da bu nedenlerle sınırlar çiziyorsanız, nerede olursanız olun ‘dışarda’ sınızdır.Şiirin dışında...Şunu sorduğunuzu duyar gibiyim: Var olan toplumsal yapı içinde şair kadınların düş ve düşünce güçlerine sınır koymadan yazdıkları söylenebilir mi? Elbette söylenemez.Yalnız şair kadın için değil, şair erkek için de böyledir bu. ‘Esin perisi’ nin kanatları bile topluma değip geçmekten alıkoyamaz kendini. Bu anlamda cinsel kimlik ne olursa olsun, toplumsal baskı bir duyumsatma olarak bile olsa, sürdürür varlığını; bilinçaltı süzgeci devreye girer.Şiirin dönüştürücü gücü zamanla o süzgecin deliklerini büyütür. ‘Kendi’ olmanın bedeli ağırdır; kadın için de, erkek içinde. Ne var ki, kadının bunun için ödemesi gereken bedel, her zaman erkeğin ödemesi gerekenden bir fazladır. Böyleyken, şiirin bir zorunluluk değil bir tercih olduğunu, bir şeyi tercih etmenin başka bir şeyi/şeyleri dışarıda bırakmak olduğunu anımsatmaya gerek var mı!


Şair kadın olmak, hep fazladan olumsuzluklarla mücadele etmekle birlikte anıldı; bunca olumsuzluğa karşın, alacağı hazzın yoğunluğu göz ardı edildi. ‘Azınlık’ olmayı ‘aradan sıyrılmak’ değil de, çoğunluğa baş kaldırmak olarak okumak düşünülmedi nedense.

Son olarak, şair kadınların birbirleri ile olan ilişkisi...Bu alanda, bütün ortak zeminlerin varlığına karşın, bir iletişimsizliğin söz konusu olduğu yadsınamaz.İnsani zaaflar elbette önemlidir.Ama bundan önce düşünülmesi gereken başka bir şey vardır.Ki bu da bizi, yazıya başladığımız yere götürür: kadın olmaya...Kadın olarak ‘kendi’ olma çabasına...İnsanın benliğiyle mücadele etmesi, toplumsal koşullanmalara karşı kendi var oluş biçimini geliştirmesi, bu sürece yoğunlaşması...Bu süreçte ‘öteki’ leri göz ardı etmesi, hatta zaman zaman - belki de çoğu zaman- onları kendi var oluşunun önünde bir engel olarak görmesi...Kısaca, kendini keşfetme sürecinde ‘ öteki’ni , kendi gibi olanı görmezden gelmek, anlaşılır bir şey olsa gerek ( mi?).


Birbirine değmeyen parçalar olarak yaşamak...Hangi parça, kendini bütünden yalıtarak bir anlam kazanabilir ki! Üstelik niçin?...Bir parça, yalnızca bir ‘şey’dir.Üstelik bir ‘şey’in cinsel kimliği de söz konusu değildir.


‘Yeterince büyüdüğü’nde –buradaki büyüme şiiri değil, benlik duygusunu aşabilmeyi işaret ediyor- onca zamandır yaşadığı yalıtılmışlığın bıraktığı ayak izlerine bakarak şöyle diyecektir o: Ama neden?...
Sahi, neden?...
Ağustos 2005, Yasak Meyve