Şair Çiğdem Sezer’in “Kalbimin Kuzey Kapısı TRABZON” adlı kent monografisi Heyamola Yayınları tarafından yayınlandı. Yayınevinin kent monografileri dizisinde daha önce de Eray Canberk’in “Ömür Biter İstanbul Bitmez”, Necati Güngör’ün “Annem Babam Malatya” ve Burhan Günel’in “Sonsuz Aşkım HATAY” adlı, insan, tarih, coğrafya bağlamında manzaralar içeren, yetkin kent monografileri yayımlanmıştı. Trabzon kitabının başında, şairin özgeçmişine ilişkin aşağıdaki cümleler yer almakta:
“1960 yılında Trabzon’da doğan Çiğdem Sezer, ilk ve orta öğrenimini burada tamamladı.1978’de Trabzon Sağlık Koleji’ni bitirdi ve iki yıl Yozgat Yerköy’de, üç yıl Trabzon’da olmak üzere beş yıl hemşire olarak görev yaptı. Bu yıllarda ilk şiirlerini yayımlayan Çiğdem Sezer, Ankara Gevher Nesibe Sağlık Eğitim Enstitüsü’nde başladığı yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra 1986 yılında Sakarya Sağlık Meslek Lisesi’ne öğretmen olarak atandı.1991’de Kanadı Atlas Kuşlar, 1993’de Çılgın Su, 1996’da Kapalı Gişe Hüzünler, 1998’de Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından, 2005 yılında Dünya Tutulması adlı şiir kitapları yayımlandı. Bu arada pek çok dergide şiirleri ve şiir üzerine yazıları yayımlandı. Sağlık Liseleri için Epidemiyoloji ve Sağlık İstatistiği adlı ders kitabı olan Şair, 1993 Dünya Kitap Dergisi Şiir Ödülü, 1993 Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü, 2006 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü sahibi. 2005 İnkılâp Kitabevi Roman yarışmasında ödül alan ‘Aşk ve Baharatlar’ adlı romanı da önümüzdeki aylarda yayınevimiz tarafından okurla buluşturulacak.”
Anı ve yaşantılara yaslı bu kitapta, Şair, iki anlatı düzleminde; doğduğu, çocukluk ve ilk gençliğini yaşadığı, daha sonra da hemşire olarak görev yaptığı kente bakıyor. İlkinde kentin tarihine, geçmişine doğru yolculuk yaparken, ikincisinde çocukluğuna, ilk gençliğine doğru yolculuğa çıkıyor. Genellikle bu iki düzlem aynı kesitte birleşiyor. Gelişmiş, özenli, yetkin dili sayesinde neredeyse bir roman okuyormuş izlenimi bırakıyor okurda. Daha çok geçmişteki Trabzon olumlanıp yüceltilirken, bugünkü Trabzon olumsuzlanarak, yitirilen onca güzelliğe ağıt yakıyor. Sorumlu bir aydın bilincinin tanıklıklarıyla kötü giden bazı şeyleri değiştirmek için sıklıkla bir çağrıyı yineliyor. Aslında Türkiye’nin pek çok yerinde benzer S.O.S. işaretleri yükselmekte. Umutsuz olmakla birlikte siyasetçilerimizin, siyasetin düzeysiz mihverinden biraz olsun dışarı çıkarak, aydınların uyarılarına sağır kalmayarak bu S.O.S. işaretlerini görmeleri.
Trabzon’da doğup büyüdüğü için, belki de kentteki olumsuzluğu gözlerken bir sanatçı olarak, kentin karşı karşıya bulunduğu şiddeti, yozluğu, kültürsüzleşmeyi daha şiddetli duyumsayarak yitirilmiş bir zamana ağıt yakıyor. Anlatının bazı bölümlerinde usta romancıların bile haset edeceği, şiirsel cümlelerle bu ağıtı daha belirgin kılıyor. Bir hemşire olarak hastanedeki gece nöbetinde, çocuk ölümlerine tanık olmanın yarattığı düş bozumunu, gecenin karanlık ve kasvetli yüzünü, acıyı, isyanı betimledikten sonra, “kızamık ağıtı”nı anımsayıp aşağıdaki cümlelerle de sabaha ve umuda uzanmak ister gibi:
“Bütün bunlar, Trabzon’da Yenicuma Mahallesi sırtlarındaki bir hastanenin zemin katında olup bitiyor, aynı anda üst kattaki doğum salonunda bir annenin çığlıkları, yeni doğmuş bir bebeğin çığlıklarına karışıyor, yanı başımızdaki evlerde birileri sevişiyor, birileri derin uykularda rüyalar görüyordu. Sonra yavaş yavaş gün ağarmaya başlıyor, karşı sokaktaki fırıncılar ateşi yakıyor, ardından Trabzon ekmeğinin kokusu dolduruyordu sokakları. Evler, odalar, sokaklar uyanıyor, çocuklar okula, anne babalar işe gidiyor. Ve geceyi yaşayanlar, üzerlerinde karanlığın izi, bedenlerinde yorgunluk, yaşamla ölüm arasındaki gelgitlerin ağır yüküyle karışıyorlardı gündüzün karmaşasına.” (s. 201)
Bir dinler ve diller mozaiğidir Trabzon; geçmişin hoşgörülü ortamında bugünkü denli farklı olanın ötekileştirilmediği, kültürel bağlamında müzikten yemeğe, adetlere kadar benzerliklerin birbirini kuşattığı, uygarlığı reddetmeyen ölçülü bir dindarlığın, ramazan geleneklerinin, giyim kuşamdaki Avrupai denilebilecek bir edanın gözlemlendiği, kadınların ut çaldığı, kentin dünkü spor kulübü olan ve bugünkü Trabzonspor’un çekirdeğini oluşturan Trabzon İdman Ocağı’nın tiyatro (temsil) kolu olduğunu ve sanat etkinliklerinin icra edildiği, sanat edebiyat dergilerinin yayımlandığını öğreniyoruz. Işık yüzlü insanların, şehrin gerçek gönül mimarlarının; Hasan İzzettin Dinamo, İlhan Demiraslan, Gündoğdu Sanımer, Aslan Pulathaneli, Subutay Hikmet, Ahmet Selim Teymur, Ahmet Özer’in sanki bir resmi geçitte gibi kenti selamladığı yıllar. Şenol’lu, Ali Kemal’li, Hüseyin’li Tranzonspor’un farklı niteliğiyle, daha çok amatörce bir ruhla, kente yaptığı olumlu katkıyı öğreniyoruz.
Bir şair kadın, yazar olarak bir kadın bakışını da önceliyor yazar. Betimlenen insani durum ve konumlar, ağıt yakılan Trabzon bir kadının prizmasında yansırken, radikal feminist bir bakış açısı söz konusu değil. Ütopyasına dahil edeceği manzaranın oluşması için, erkekleri de kuşatan doğru bir bakış açısına sahip. Özgürlükçü ve eşitlikçi kadın hareketi; aşırı, uç yozlaşmaları, içermeden başarıya ulaşması, erkeklerin de dahil olacağı bir uygarlık tasarımıyla mümkündür ve yazar bunu yadsımıyor:
“Kadının içinde olmadığı toplumsal bir kalkınma modelinin amacına ulaşmayacağını biliyoruz.” Ve devam ediyor: “İktidar odakları erkeklerin elindedir ve erkeklerin de katkısı olmadan, o odakların düşüncelerini, alışkanlıklarını, yapıp ettiklerini değiştirmek olanaksızdır.” (s.7)
Tarihi ve kültürel miras çeşitli amaçlarla yok edilirken, çarpık kentleşmenin, olumsuz uygulamaların dünkü kentleri tanınmaz hale koyup, sentetik bir uygarlığın elinde can çekişen modern insanın dramına da tanık olmaktayız. Aslında Safranbolu, Beypazarı, Eskişehir gibi kentler dışında, ülke genelinde tarihi mirasa hor gözlerle bakan bir toplumuz ne yazık ki. Yazarın vurguladığı gibi dünkü kentler değişirken aslında anılarımızı kaybetmekteyiz. Ve elbette yazar, dünkü şehzadeler kentinin kadın şairleri, Yeni Fitnat ve Leyla Saz’a da hüzünle selam gönderiyor. Maruşka’nın dramına tanıklık ederken, deva bulmaz bir yurtsuzluk duygusu bizim de içimizi kanatıyor. Yazar insan manzaralarını olanca netliğiyle anlatıda betimleyerek, görünür kılmayı başarıyor. Yaşanılan hayat ve dünya acı tanıklıklara, hayal kırıklıklarına rağmen sahiciliğini kaybetmiyor; belki de bu sahicilik yazarla birlikte bizleri de umutlandırıyor. El ele verip, kardeşçe bir dayanışmayla direnirsek, bozguna uğramaktan kurtulmamız mümkün. Bu kardeşçe dayanışmanın zeminini kuracak olan öncü şair ve yazarlar gerçeğini göz ardı etmeden.
“Benim kişisel olarak anılarımı kaybetmekten duyduğum üzüntünün yanında, asıl üzücü olan, bu yıkma-yok etme alışkanlığının, şehrin tarihi zenginliğine-dokusuna verdiği zarar olsa gerektir. Şehirlerin de kimlikleri vardır, olmalıdır. Trabzon, kendine has özellikleri ile kimliği olan bir şehirdi ve yazık ki bu kimlik giderek yok olmakta, şehir sıradanlaşmakta, hatta çirkinleşmektedir. Yol yapımı, sahili; Tanjant, şehir içini katletti ve Trabzon, boynuna ve ayaklarına bağlanmış bu iki urganla bir pranga mahkûmuna dönüştürüldü.” (s.27)
Yozlaşmadan uygarlaşma olarak tanımlayabileceğimiz bir kavramla Batılı aydınlanma ve hümanizmanın evrensel değerleri, Türk toplumunca özümlenip içselleştirilmeli. Ama modernitenin aklın, hatta bilimin insanlık zararına olan yıkıcı sonuçlarına itiraz edilmelidir. Topyekün, olumlu nitelikler içeren, gelenekle desteklenen değerlerin ısrarla tehdit edilmesi çoğu zaman felaketle sonuçlanmaktadır. Diğer bir bağlamda, yazar, Çernobil Faciası’nın etkilerine dikkat çekiyor. Salt teknolojik uygulamaların doğurduğu sonuçlar değil, asıl ahlâk ve etik yozlaşma ve yoksunluğa değinerek; Sarp sınır kapısının açılmasıyla başlayan “Nataşa” fenomenine radarını tutup, kentin kimliğini tehdit eden bir yozlaşmayı tüm ayrıntılarıyla teşhir ediyor:
“Çocukluğumun ve ilk gençliğimin düş durağı diyebileceğim liman, 80’li yılların sonuna doğru yeniden oturdu gündemime. Yalnız benim mi?.. Bütün şehir için farklı bir anlam taşımaya başlamıştı artık; Sarp sınır kapısı açılmıştı o yıllarda. Özelliklerinin uygunluğu nedeniyle de o bölgeden gelen gemiler Trabzon limanında demir atıyor, bir zamanlar köleleri taşıyan gemilerden, ellerinde koca koca torbalar çuvallar ve valizlerle Rus, Azeri, Gürcü gibi çeşitli milletlerden insanlar, mal getiriyorlardı Trabzon’a. Getirilen malların kentteki ‘Rus Pazarı’na ulaşıncaya dek birkaç kez el değiştirdiğini, bu arada fiyatların yükseldiğini keşfeden bazı kent insanları da gemi ufukta görünür görünmez limana akın ediyor, ilk elden ve ucuza kapatmaya çalışıyordu alacağı malları. Öyle ki geminin hangi gün, hangi saatte limanda olacağı önceden biliniyor, o saat yaklaşınca konu komşu toplanıp limana gidiliyordu alışveriş için. İlk aylarda büyük heyecanlar yaratan bu durum, giderek kanıksandı ve artık kent halkı ilgi göstermez oldu bu alışverişe. Bu ilgisizlikte, ticaretin farklı mecralara kayması da etkiliydi kuşkusuz. Yazık ki bu değişim, kente oldukça pahalıya mal olacak, etik ve moral değerlerde yozlaşmayı da beraberinde getirecekti; ama yetkili konumdakiler, böyle bir değişimi öngörmüyormuş gibi umursamaz bir tavır içinde olacaklardı.” (s.80)
Trabzonlu için, deniz, birincil önemdedir. Deniz, bir geçim kapısı olmaktan çok bir tutkudur. Ama geçim kaynaklarının darlığı yüzünden, Trabzonlular yurdun başka yörelerine göç edip yerleşerek, hiç sermayeleri olmaksızın becerileri, çalışkanlıklarıyla, iş güç sahibi olup çeşitli iş kollarında başarılı olacaklardır. Dışarıya göçün en çok yaşandığı illerin başında gelmektedir Trabzon.
Bazı bölümlerde kara mizahla stilize edilen insan ilişkileri ve çarpıklıkları karşısında burukça gülümsemeden edemiyor insan. “Fadime” adıyla totalleştirilerek stilize edilen Karadenizli kadının, bu totalleşme yüzünden bireyselliğinin engellendiğini, aynı şekilde “Temel” adıyla erkeğin de bu totalleştirmeden kurtulamadığını vurguluyor. Küresel toplum mühendislerinin kent kültürünün gelişimini engellemek için, basit özellikleri içeren kırsal kültür ve folkloru önceleyip abartarak, kentsel kültürel gelişmenin önüne set çektiklerini yerinde bir gözlemle tespit ediyor. Bu tespitin yerinde ve doğru olduğunu söylemek mümkün. Artık göle yoğurt çalan bir halk olma özelliğimizi terk ederek, folklor dışı alanlardan, bir dünya görüşü, alışkanlık ve yaşam biçimlerini temellük edip içselleştirmek zorundayız. Sanat bağlamında da geçerli bu savımız; belki bu kaygı nedeniyle Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle, adlı denemelerine aldığı bir yazısında “ Folklor Şiire Düşman “ deyimiyle yerinde ve doğru bir saptamada bulunur.
Çiğdem Sezer’in bu kitabını okuyan bir siyasetçi olur mu, bilmiyorum. Acaba kaç siyasetçimiz kitap okuyor? Kaç siyasetçimiz ya da yerel yöneticimiz artan bir heyecanla sanat ve kültüre destek veriyor? Tekil örnekler dışında bu konuda olumlu bir yargıya varmak mümkün değil. Nasıl olsa siyasal iktidarlar futbol ve popüler kültürle kitleleri afyonlayıp, kolayca manuple edebiliyorlar, sanat ve kültür gündemlerinde yer almıyor Onlar için de bu kitap ufuk açıcı olurdu. Trabzon pek çok kentimiz gibi popüler kültürün hızı, hırsı ve kuşatması altında yıkılan bir kale görünümünde. Burada kişisel gözlemlerimi araya katarak, Trabzon Eskişehir gibi bir dirilişi başaramaz mı, sorusu geliyor aklıma. Eskişehir mucizesi özendirici bir örnek olarak önümüzde duruyor.
Cumhuriyetten önce elliye yakın yayın bulunan Trabzon’un, kültüre dönük yüzü, belki 1960’lar da yayın hayatına başlayan ve beş kez kesintilerle yayınına devam eden edebiyat-sanat dergisi Kıyı’nın katkılarıyla bir ölçüde de olsa korunarak ışığını ve ışınımını sürdürmüş. Televizyon ve futbolun desteklediği popüler kültürün yıkıcı sonuçları pek çok kentte olduğu gibi Trabzon’da da hissedilmiş. Karadeniz Teknik Üniversitesi işlevini ve misyonu adeta unutarak, sanatsal ve bilimsel açılımlarla kenti zenginleştirmekten kaçınmıştır. İnsan tüm bu akla aykırılıklara hayret etmekten kendini alamıyor.
Kitaptan öğrendiğimiz kadarıyla; Trabzon Mili Mücadele’ye en önemli katkıyı yapan kentlerden biridir. Rus işgalini yaşamış, muhacirlik dönemini görmüş, Milli Mücadele döneminde Rum çetelerin saldırısına uğramış ve hatta Atatürk bazı önemli kararları Trabzon’da almıştır.
“Nereden bakılırsa bakılsın, kesin olan, Trabzon’un 3000 yıllık bir geçmişe sahip olduğudur. Tarih içersinde; Amazonlar, Haldiler, Tibarenler, Helenler, Miletler, Medler, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Komnenler, Osmanlılar gibi pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış Trabzon.” (s.59)
Adorno’nun “Çocukluk insanın anayurdudur” özdeyişinde olduğu gibi, yazar; çocukluğun vadisinde akarken bizim de çocukluğumuza teğet geçiyor. Çocukluk oyunları, yerli malı haftası, Amerikan süt tozu, ramazan topu, tombala, sinemalar, Kemalettin Tuğcu hikâyeleri… Bu benzer güzergâhlar yurdun dört bir bucağındaki çocukların tümü için de, yetişme dönemlerindeki ortak bir durak sanki. Elbette tüm bunlar güzel ve anılar bahçesinde yer almakta. İnsan belki de geçmişi güzel yanlarıyla anımsamak istiyor. Bana sorsanız otuz yıl önceki kendi şehrim olan Safranbolu’yu pek de özlemiyorum. Bugünkü Safranbolu’yu daha çok seviyorum. Benim geçmişe olan özlemim tek bir konuyla sınırlı: İnsani değerlerin aşınmamış olması. İlk gençliğimizde futbol ve sinemadan başka bir eğlencemiz yoktu. Işıklar içinde, canlı, enerjik, bir yanda tarihi mirası ve kültürü özenle koruyan bugünkü Safranbolu’yu daha çok seviyorum. Yazara hak vermemek mümkün değil elbet; son yıllarda ülke gündemine yazarın vurguladığı gibi çok olumsuz bir Trabzon görüntüsü düşmüştür. Bu bakımdan yazarın yaşadığı hayal kırıklığını anlamak mümkün ve dünkü kayıp şehrini, çocukluğunu, ilk gençliğini aramasını bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Vahşi kapitalizmin bu olumsuzlukları daha bir boyutlandırdığını göz ardı etmemek lazım.
Kitapta kentin kuruluşu, tarihsel dönemleri, halkının özellikleri, geçim kaynakları, çok kültürlü yapısı, gelenek ve görenekleri, tarihi yapıları, coğrafi özellikleri, önemli insan portreleri etraflıca anlatılmış. Eski eserler hakkında zaman zaman ayrıntılı bilgiler veriyor:
“Kemeraltı’ndaki Çarşı Camisi’nin önünde duruyor, caminin görkemli mimarisini, tarihin soluğunu taşıyan duvarlarını seyrediyorum.1839 yılında Trabzon Valisi Hazinederzade Osman Paşa tarafından yaptırılan Çarşı Camisi, bütün o karmaşanın içersinde azametle koruyor varlığını. Birkaç girişi olan caminin minberi ve mihrabı mermerden. İçerde loş, mistik bir hava sarıyor insanı. Yüksek tavandan sarkan avizeler, avizelerden tavana yansıyan ışıkların gizemli parıltıları.”
Özgün kapak tasarımıyla da dikkat çeken kitapta, genellikle eski Trabzon’u yansıtan tarihi yapı ve insan fotoğrafları da yer almaktadır. Mekânlar kâh kendi yaşamıyla, kâh başka yaşamlarla etkileşim halinde varlık bulmaktadır.
Başta belirttiğim gibi aslında bu kitap için “Bir Şairin ve Bir Kentin Romanı” demek de mümkün. Konuyu dağıtmadan, bir bütünlük içinde anı ve yaşantı öğeleriyle zenginleştirerek başarıyla kurgulanan bir yapıt. Önce parasız yatılı bir öğrenci, daha sonra bir sağlık emekçisi olarak taşrada zorluklara göğüs geren bir şairin yalnızlığını gözlemek mümkün.
“Mesleğim ( hemşirelik- öğretmenlik ) gereği, insanların en çaresiz, yalnız ve bu nedenle de her şeyi yapabilecek kadar isyankâr ya da her şeyi kabullenecek kadar boyun eğer hallerini gördüm. Ve öğrendim ki gerçekte hiçbirşey göründüğü gibi değil. Hayata bir tülün ardından bakmak bireysel anlamda yaşamı kolaylaştırır, evet; ama bu durumda yaşadığınız bir yanılsamadır yalnızca “ (s.153 )
İşkence sahnelerini az çok yazılanlardan, çizilenlerden, duyduklarımızdan tahâyyül edebiliyorduk. Ama Hasan İzzsettin Dinamo’nun maruz kaldığı bir işkence sahnesi var ki, işkencenin ne denli iğrenç ve insanlık dışı bir sapkınlık olduğunu öğreniyor insan.
Periferi’de hayat bir şair için yeterli derinlikten yoksundur ve kendini aşmak için yeterli koşul ve olanaklar bulunmadığı için, çoğu sanatçı tek kişilik bir ordu gibi mücadele vermek zorundadır. Bedri Rahmi’nin deyimiyle periferide sanatçı “ Çürük bir diş gibi sallanmaktadır”
Usta bir şair olmanın avantajıyla anlatının yetkin ve özenli dili hemen göze çarpmakta. Dağınık ve savruk bir anlatımı olmadığı için, ilk okunuşta içeriğine nüfuz edilen bir kitap. Bu nedenle geniş bir okur kitlesine ulaşmakta güçlük çekmeyecektir. Bazı ayrıksı durumlarda, nitelikli bir yapıt da geniş bir okur kitlesiyle buluşabilir. Hemen burada, Ayfer Tunç’un “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” adlı yapıtı geliyor aklıma.
Çiğdem Sezer, şair olarak da salt kendi iç manzarasını yansıtmakla yetinmeyen bir sanatçı kimliğindeydi. Bireysel izleklerin yanı sıra toplumsal izleklerle de şiirini boyutlandıran bir uğraş içinde göründü hep; ve bu nedenledir ki şiiri tıkanma riski göstermedi. Bu nedenle 90’lı yıllarla birlikte adı haklı olarak öne çıkan bir şair oldu. Son şiir kitabı “Dünya Tutulması” çağdaş şiirin önemli yapıtlarından biri olarak belleğimizde yer aldı. Şimdi Türk okuru onu bir yazar olarak da alkışlayacaktır. “Aşklar ve Baharatlar” romanıyla başlayacak romancılık deneyim ve serüveninde de başarılı olacağı, bu kitabını okuduktan sonra kesin gibi görünüyor.
*Çiğdem Sezer
Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon
Heyamola Yayınları.
I. Basım, Eylül 2007
259sayfa
e-mail: cinozoglu@mynet.com