19 Ocak 2008 Cumartesi

Kalbimin Kuzey Kapısı(Şeref Bilsel)

Zaman gelir, şehirlerin unutulmuş, siyah-beyaz fotoğraflarla harmanlanmış çehreleri hatırlanmaz olur. Bir şehir, içinde büyüttüğü insanlarla sevince ve hüzne doğru kabarır. İnsan, bir yönüyle, doğup büyüdüğü, şekillendiği memleketin hâfızasını da taşır. Hafıza, taşıdıklarıyla, kendi kahrını koyultur. Büyüdüğümüz şehirler, biz başka yerlerde de olsak içimizde soluklanmayı sürdürür. Bir yere kulak kesilirken hiç hesapta olmayan eski bir ses gelip bulur bizi. Baktığımız manzaraya, duyduğumuz sese ekleriz bizi büyüten ve derinimizde yatan toprağın kokusunu. İşte böyle başlıyor bulunmadığımız yere ait olma duygusu; çünkü orada, bizi biz yapan, elimize, yüzümüze, sesimize değen nice ünlem damlayıp durur. Bir kenti hatırlamak demek; çocukluğumuzun, ilk gençliğimizin sınırlarlarına, yalınayak, zilzurna bir baş dönmesiyle girmek demektir biraz da…Doğduğumuz kentler, gövdemizin önsözüdür. Âşık olduğumuz kentler de sonsözü olsun o zaman!
Nicedir, yazılı ve görsel basında Trabzon’un hak etmediği, her geçen gün şehirler içinde ‘kovgun ve karaşin’ kılınan bir görüntü nakşediliyor hafızalarımıza. Anadolu’daki pek çok uygarlığın ‘denize bakan yüzü’ olmuş, şairlere, yazarlara, ressamlara yuva kurmuş bu kadim kenti anlatmak için - son dönemde meydana gelen birkaç olumsuz gelişmeyi merkeze alarak kent adına kötümserliği genelleştiren, her yerde boy verebilecek birkaç kötü örnek yüzünden Trabzon’u ‘faşizmle’ aynı satırda fotoğraflayan görüntüleri boşa çıkartmak gerekir.- hiç değilse son otuz yılın ‘geçmiş’ bilgisini, o topraklarda yaşamış, şeklenmiş sıkı bir kalemden dinlemeye ihtiyacımız vardı. Sadece ‘Eyuboğlu’ ailesini, bırakın Trabzon’dan, Türk yazın ve sanat ortamından dışlamış olsaydık; ne ‘Tercüme Bürosu’nun faaliyetlerni, ne Türk resmini, ne de edebiyatımızın şiir, deneme gibi türlerinde kalkışmış olduğu hamleleri tam anlamıyla açıklayabilirdik.
Şair, yazar Çiğdem Sezer, çok zor bir işe soyundu: “Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon” ( Heyamola Yay., Eylül 2007, İst.) adlı eseriyle, bizi hem belgesel bir çalışmayla hem de edebi bir yapıtla tanıştırmış oldu. Bir edebi eseri belirleyen unsurlar içinde ‘kullanılacak malzemenin çokluğu’ genellikle sorun olur. Anlatılacak çok şey vardır; ama anlatma biçim(ler)i sınırlıdır. Sonra, biriken bu ‘malzemeyi’ tasnif etmek gerekir. Bir taraftan herkesin anlayacağı bir plân ve üslûp içinde eseri oluşturacaksınız; diğer taraftan, oluşturduğunuz bu eserin ‘edebi’ bir kimliğe sahip olmasını da gözeteceksiniz. Bizde bu ikinci kısım, çoğunlukla ‘ıskalanır’. Çiğdem Sezer, “Trabzon”u bir ‘iş’ olarak görmemiş ( insan nasıl çocukluğunu, ilk gençliğini bir iş olarak görebilir.) duyularak, koklanarak yeniden tanışılacak bir mekân olarak işlemiş. Ben, iyi şairlerin ‘kötü’ düzyazı yazabileceğine inanmayanlar safından olarak, aynı yerde kalmayı sürdürdüm kitabı tamamlayınca. Trabzon’u anlatmak; elinde çiçeklerle sırtını denize dönmüş biriyle, ağzının kıyısındaki sigarasının dumanını küfür eşliğinde dağlara üfleyen birine, aynı anda selam vermeye benzer. Şair Çiğdem Sezer’in şiirlerine, bazen görünür biçimde, bazen bir dip akıntı halinde karışan ‘Trabzon’u; yazar Çiğdem Sezer’in kitabında somutlaşmış halde buluyoruz. Şehri merkeze alarak, şiirin imkânlarını göze ardı etmeden, yakın tarihimizden oklar çıkartıyor bize Sezer. Yer yer kentle yapılmış bir röportaj gibi de okuyoruz kitabı. Çok ilginç midir bilmiyorum; ama, son dönemde, metinler arası silahlarla donatılmış, isteyen herkes bu kitabı ‘otobiyografik roman’ olarak da okuyabilir. Bütün bu sıraladığım edebi türler, birbirinin ayağına basmadan anlatı, hâtıra, roman, röportaj gibi okunabiliyorsa; bütün sorun ‘zaman’da. Çiğdem Sezer, şiire değen kaleminin yüksekliğini, niteliğini - kendini düzyazının şerrinden koruyarak- yine düzyazıyla ortaya koymuş oluyor. Biz , bir taraftan hem yeni şeyler öğrenmiş oluyoruz; bir taraftan, yeni şeylerin bir şairin üslûbuyla nasıl anlatılabileceği sorusunu katlayıp bir köşeye koymuş oluyoruz; bir taraftan da Çiğdem Sezer şiirinin arka planında susan, belki tıpırdayan unsurları, kulak nezaretinden ‘göz’e yükseltmiş oluyoruz. Bu kitap, şairin şifresini çözmek adına da bir ‘kent haritası’ olsun! Sadece burada kalmıyor ki anlatılanlar; yazan’ı bahane edip bütün bir Trabzon’u kültürüyle, folkloruyla, gündelik hayatıyla görünür kılıyor yazar. Yazarın hayatıyla kentin hayatı iç içe soluk alıp veriyor. Otobiyografik ögelerden hareketle bir kentin tarihi gözlerimizin önünde canlanıyor.Ne söyleyeceğini bilen bir yazar peşinde epik, kuru bir anlatımla tanışmadan merakla anlatılanların sonuna doğru gözünü eğen okur, kitabın sonunda hem ‘öğrenmiş’ hem de ‘hissetmiş’ olarak ayrılıyor yapıttan.
“Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından” şiir kitabı 1998’de yayımlanmıştı Çiğdem Sezer’in. Hâtıra, fotoğraf onun şiirlerinde bir ‘anten’ görevi üstleniyor sanki. Çok az şair vardır; yazdığı her kitapla; gerek kendi serüveni içinde açtığı imkânları genişleten, gerekse Türkçeyi merak edilecek bir yurt haline çeviren. Çiğdem Sezer, bu az insanlardan biri. İyi bir şair (zorlama dizeler yok, öykünme, intihal yok; çünkü hayat var. Kötü de, trajik de olsa ‘sahip çıkılan’ bir hayat’ bundan büyük zenginlik olur mu şiirde?) karşılıyor bizleri. Hangi kelimenin ucunu tutsak, elimize değen bir başkasının eli; hanlar, hamamlar, fırınlar, sinemalar , kunduracılar…ve elbette ‘Uzun Sokak’. Şair, kendi üzerinden kentin yakın geçmişine ayna tutuyor. Bu aynada; mimari var, gündelik hayat var; hız kültürü karşısında ortadan kalkmış fotoğraf sanatı var; yazlık sinemalar…Okurken, bu bahiste ağlamanın da yeri var elbet. Çiğdem Sezer, “Kalbimin Kuzey Kapısı TRABZON” adını taşıyan kitapla , sadece bize bir şehrin aynamızda olması gereken siyah-beyaz yüzünü devretmiyor; eski yaşantıların insanı yüreğinden kavrayan sıcaklığını, doğallığını ve saflığını da aktarıyor. Bu yazıda ,konu nesnemiz olan kitaptan onlarca alıntı yapabilirdim; ama, bütün bir kitabı alıntılama şansım yoktu. Bu işi bizim ‘ordan’, Kuzey Doğu Anadolu’dan yüklenen Çiğdem Sezer, çok güzel bir ‘Trabzon Portresi’ yazdı. Sonuçta insanlar, hem Trabzon’dan, hem geçilmiş yakın dönemden; hem de ne yazsa büyük bir merakla okunabilecek değerli bir şairden bir kez daha haberli oldu. İnanın ki kitabı oluşturan çoğu cümlenin (‘dize’ denmeli belki!) altını çizdim. Yerel söyleyişlere dikkat eden hem folklorik bir eser; hem de bir ‘hâtıra’nın imkân verdiği ölçüleri sonuna kadar zorlayıp ‘geçmişe seyahat’i mümkün kılan bir kitap. Herkesin hayatına bir yönüyle değen, çocukluk ve ilk gençlik, yazıya konu olunca, dal uçlarından köklere doğru gizemli bir yolculuğun içinde buluruz kendimizi. Tanpınar’ın, “Beş Şehir”ine eklenecek bir kent Trabzon. Trabzon’un kültür-sanat ortamına katkıda bulunmuş nice insan ihmal edilmeden, “Kıyı” dergisine de ayrı bir başlık açılmış kitapta. Ve elbette, bu kenti en iyi anlatan şairlerden biri Gündoğdu Sanımer ve Ahmet Özer'in “Kitap Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı” diye tanıttığı 13 Mayıs 1996'da yitirdiğimiz Arslan Pulathaneli de unutulmamış. Kitabı, birbirinden ilginç fotoğraflarla süsleyen Mustafa Reşat Sümerkan’ı da anmak gerekir. Bir vakitler, ahşabın, Arnavut taşlarıyla döşeli sokaklarla üst üste oturduğu; denizin karaya, yüzyıllardır okunmamış bir mektuptan satırlar düşürdüğü eski bir fotoğrafı, dünden alıp bugünümüze taşıyor. Böylece farklı cephelerden yaklaşımlarla oluşturulmuş bir kitapla Trabzon’u hak ettiği yere oturtuyor yazar. Çiğdem Sezer’in “Ben Sende Neleri…” adlı şiirinden bir bölümle bitirelim:

“ben sende neleri…
fırtınaya tutulmuş yelkenli
çarpar gibi kabuğuna dünyanın
paramparça ruhumdan dökülenleri”

*Kalbimin Kuzey Kapısı TRABZON, Çiğdem Sezer, Heyamola Yay., Eylül 2007, İST.

bu yazı varlık dergisi ocak 2008 sayısında yayımlanmıştır.