Fahrettin Demir
“SÖZÜN DERİN BAHÇESİ”NDEN ÇİĞDEM SEZER
Çiğdem Sezer’in şiirini seçikleştiren en önemli özelliği vurgularken, sonda söylenmesi gerekeni başta söyleyerek bir “takdim tehir” hatası yaptığımın farkındayım, ama bunu başta söylemenin de onun şiirine yaklaşmak için önemli bir ipucu olduğunu düşünüyorum. Sezer’in her şiiri, her kitabı, kendini önceleyenin hem uzağında, hem de kan bağını sürdürerek başkalaşan bir özellikle var ediyor kendini. İleride yine söz konusu edileceği gibi, hem kopuşu, hem kenetlenmeyi işaret ediyor. Var olandan kopup yeni bir yapı oluştururken, öncenin izlerini ve renklerini de korumasını biliyor. Kendi şiir pratiği içerisinde başkalaşırken, eskinin çizgilerini kuşanarak, yeni yapılanmalara kapı aralıyor.
Bu şiir yolculuğunun uğraklarına işaret eden, Kanadı Atlas Kuşlar’daki* lirik uçarılık, kıvrak söyleyiş, yer yer koynunda dinlendiği türkü tadı; Çılgın Su’da demlenip daha ağır tonlara evrilirken, “doğurup doğurup acılan”an; Kapalı Gişe Hüzünler’de hüznünü acılarına sarıp, arayışını derinleştiren Çiğdem Sezer; Bir Şehrin Hatıra Fotoğrafı’nda, “sözün derin bahçesi”nde durulup, dinginleşmeyle birlikte, şiirini daha güvenli yataklara taşıyıp, Dünya Tutulması’yla hem kendi şiir serüveni içerisinde en üst noktaya çıkıyor, hem de Türk şiirinde kalıcı bir yer ediniyor.
Bu çileli şiir emeğinin her uğrağında, cesur bir arayışın, şiirini yetkinleştirme çabasının, şair kimliğini pekiştirirken edindiği birikimi şiirine yansıtmasının izlerini görmek mümkün. Ödüller konusunda ne düşünürsek düşünelim, onlar edebiyat ortamının bir gerçekliği. Çiğdem Sezer’in de ödül konusunda hayli nasipli olduğunu görüyoruz. 1991’den başlayarak, Yarımca Festivali şiir yarışmasından, Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü’ne; Sabri Altınel Şiir Yarışması’ndan, Dünya Kitap Dergisi Ödülü’ne (Çılgın Su); Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü’nden (Bir Şehrin Hatıra Fotoğrafından), son olarak Dünya Tutulması ile Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’ne uzanan ödüller toplamını da getirir Çiğdem Sezer’e. Kuşkusuz ödül bir itici güç olmakla birlikte, ödüllendiren seçici kurulun beğenisini, şiir anlayışını yansıtabilir. Bu nedenle Çiğdem Sezer’in bugüne dek, ödüllerin arkasına sığınma yanlışına düşmediği söylenebilir. En uygun deyimiyle, her ödül ertesinde, yeni baştan şiirin acemiliğine soyunarak, dişiyle, tırnağıyla zorlu bir şiir kazısına başlıyor.
Başlangıcından bugüne şiir serüvenini, şiirsel gelişimini istikrarlı bir yükselişle ileri noktalara taşıyan Çiğdem Sezer’in şiirinde öncelikle saptanması gereken temel değerlendirme, “mesele”si olan bir şiirin izini sürmesidir. Bir “mesele”si var Çiğdem Sezer’in şiirinin, ya da “mesele”leri. “Mesele”den yalnız politikliği anlayan, felsefi yönelişlere ağırlık tanıyan bir şiiri kastetmiyorum. Politika, felsefe ya da başka disiplinlerin Çiğdem Sezer’in şiiriyle alışverişi ya da şiirin onlara attığı ilmekler mutlaka vardır. Olması da, şiirsel boyutu yitirmeden, doğal karşılanmalı. Çiğdem Sezer’in şiirinin “mesele”leri söz konusu disiplinlerle, başka bir bağlamda ilintilendirilen, hayat-insan-dünya… vb. ile girdiği didişmede anlamını buluyor. Hayatla, insanla, dünyayla sorunlar yaşaya yaşaya kuruyor şiirini. Bir başka deyişle şiiri, hayatın, insanın, bireyin açmazlarından, çelişkilerinden, uyumundan ya da uyumsuzluğundan, daha ötesi uyumsuzluğun uyumundan sızarken, onları giyiniyor, dönüşüyor; onları dönüştürmenin olanağı olmaya soyunuyor. Haydar Ergülen’in deyişiyle, “bildiğim bu ‘tutulma’, karşısında şiire tutulmak çabasını çaresizce sürdürmektir ki, Çiğdem Sezer de bunu, ‘imkânsızlığın şiiri’yle bir imkâna dönüştürme yolunu araştıran bir şair olarak hakkıyla yerine getiriyor.” (Yazılıkaya, Ocak, 2007)
Dünya, hayat, insan
“Hayat bir cam kırığı”dır insanın içinde, nasıl alışılır buna. “insan nasıl alışır içindeki cam kırıklarına / baba.” (DT, 15) Bu dizelerle insani bir çığlığı duyururken, sesinin yankısını bulamamanın acısı ya da düş kırıklığıyla “yalnız yalnıza” çiçek açtırıp “dalga dalgaya” kulaç attırıyor: “kimsenin yağmuru değmiyor ötekinin kalbine.” “dilinde kaygan taşların kekremsi tadı / herkese uzak kendine yabancı / hangi anahtarla gireceksin kapıdan”
Günün karmaşasında, hayatın bireyi tüketen cenderesinde, bin bir saldırıya maruz kalan birey, ringde durmadan dayak yiyen boksöre dönerken, kendisi olma, ötekine köprüler kurma yeteneği sürekli aşındırılırken şairin çığlığı nereye ulaşır. “Hayat kanıyor” doğru ama insana ulaşmanın olanağı olarak şiiri işe koşmak azımsanmalı mıdır? Çünkü “bir yaprak bir yaprağa / değmese kopacaktı” (D.T. 45)
Değişik bağlamlarda yaralı olan insan, kendine, türüne yabancılaşmanın acısıyla yaralıyken, milyonlarca yağmur damlasının aynı anda dökülüp de birbirine dokunmaması gibi ayrı kalabiliyorsa, şairin bu konuda diyecekleri olmalı. Diyor da, Çiğdem Sezer’in şiirinde bu sorun önemli bir yer tutar: “kimse kimsenin denizine kum değil”. ”kimse kimsenin korkusuna dokunamıyor.” (DT 85) İnsan, “insanın insanı yutan girdabında… kendi çölüne kum çoğal”tıyor. Ama yine de “insanın acısını insan alır”. Tenhalardan gelip kendine giderken, insana gittiğinin farkındadır Sezer. Kime gitse, kendine dönüyor çünkü. Birey, “hem suç hem cezadır kendine.” Baudelaire’in “hem bıçağım hem de yara / hem yanağım hem de tokat / hem kurbanım hem de cellat / ezen ve ezilen çarkta!” dediği gibi, “dövülmüş bakır sabrıyla” kendine birikmenin olgunluğunu hedefler. Kurbanı celladıyla seviştiren hayat, insani gerçekleşmeyi hedefleyen şiire de zengin olanaklar sunar.
Hayata karşı duruşu edilgen değildir Çiğdem Sezer’in. Hayatı tanımaya ve dönüştürmeye dönük eylem önerisini şiirlerine yedirirken, şiir poetikasının da ipuçlarını sunar. Çılgın Su’da yer alan “Benimle Böyle Seviş Ey Hayat” başlıklı şiirde: “asiyim, mülteciyim, evet / kendine muhalif dizeyim” diyerek hayata ve sanata karşı tavrını netleştirirken, yaşadığı günlere yönelttiği eleştiriyle de pekiştirir bunu: “kısacık ömrümde kaç intihar / ıssız sokaklar uykularımda / düşümde gözleri oyulmuş ağaçlar.”
Sezer, hayatın örseleyici, tüketici ve yaralayıcılığını eleştirerek “bir intihardı yaşamak, pörsümüş” (KGH,12) derken, bir başka şiirinde, hayatı ve insanı, insani bir tasarımın içerisine yerleştirerek sunar: “çürüyen kumsalı geç yalçın kayalara çarp / kimse bilmez hayata nerden girildiğini / …/ ipeğin çözüldüğü yerden / insanın insana aktığı / sır dehlizinden.” (KGH,28) Ve “bir gülün düşerkenki / sessizliğini / duymuyorsa hayat / bırak kalsın orda / usul ölen biri varmış gibi / aramızda” (DT,65)
Kimi zaman sırtladığı umut yükünü, dünyaya, hayata bakışını aydınlatan, ötekine ilmekler atan, insanla buğulanan iyimserlik, “seni düşünürüm / gökyüzü genişler / dilimce konuşan kuşlar ayaklanır”… “ellerini koy geceye / ısınsın karanlık” dizelerindeki gibi yaratıcı ve dönüştürücü bir öze kavuşur; kimi zaman “öyleyse niçin şarkı söylemeli hâlâ / ölüler kadar sağırken kalabalıklar da” (DT,38) dizelerindeki gibi sesinin yankısını bulamamanın tedirginliğiyle karamsarlığa düşse de, cevabını yine kendisi bulur: “bak bunlar yediveren gülleri/ kendi kökünden yeşermenin bedeli” (DT,38)
Kırılgan çocukluk, acılı kadınlık
İnsana ve hayata ilişkin bu değerlendirmelerin çocukluğa ilmeklenen bir uzantısı da var. Çünkü çocuk ve çocukluk gözde izleklerinden biri Çiğdem Sezer’in. Kimi zaman umudun, kimi zaman geçmişi ve günü değerlendirmenin olanağı olarak görünür. Ama hangi boyutta değerlendirilirse değerlendirilsin hep yoksun ve eksikli bir çocukluktur Çiğdem Sezer’in şiirlerine sızan. Kız çocuğu olmanın getirdiği geleneksel anlayışı dikkate alıp, ona mı yormak gerekir bilmem ama, hep kaygılı, hep yarım sevinçlerin gölgesinde, belli belirsiz sezilen kırılgan bir çocukluk; çoğunlukla da “anne” kavramıyla ilişkilendirilen. Söyleyişe bile yansıyan bu kırılganlık anne figürüyle sıkı bir bağ içinde, sanırım. Bunun ipuçlarını da daha ilk kitapta veriyor Çiğdem Sezer: “ O var mıydı/ gizemli bir düş müydü kurduğum / annem miydi / öyle mi olsun isterdim” (KAK,10) Yine aynı kitaptan “salın acının eteklerine / annen koksun saçların” (KAK 20)
Umarsızlığın, kıstırılmışlığın, bungunluğun çaresi de yine çocuklukta aranır: ”çıkmıyorsa gökyüzüne hiçbir yol / kimliksiz ve bir başına / aşındırdığın saatler / çalar mı kapısını çocukluğun.”
Ama öte yandan, “çocukluğun ertelenmiş sevinci” de kimliğine not düşer, “yitirdiği yazlar”ın acısını bilincinde, duyarlığında sınar. Bu da sesine yansır: “anne suçsuzum, diyor çocuk, gel zaman git zaman / büyürüm ben de, ardımda çocuk ölüleri bırakarak.” (Burada konuyla bağlantılı mı bilmem ama, Çiğdem Sezer’in bu dizelerini okurken, Ruşen Hakkı’nın bazı dizelerini hatırladım. Balkonda Akşamüstü adlı son kitabında yer alan “Torunum Soruyor” adlı şiirinde Ruşen Hakkı, “söyle bana dede / küçükken barışı savunanlar / neden savaş yanlısı oluyorlar büyüdüklerinde.” diyerek, büyümüş çocukların başka çocukları öldürdüğünü işaret ediyor, Çiğdem Sezer ise, kendi çocukluğunu öldürmek üzere büyümeyi hedefleyen çocuklardan söz ediyor. Belki de büyükler öyle istediği içindir!)
Yağmurdan sesiyle, lirizmini tortulayan, acılarını katmerlendirerek kimi şiirlerinin örgüsüne sızan, can acıtıcı önkabulleri de eleştirel bilincin süzgecinden geçirir. Kadınlığın geleneksel ezilmişliğine, kıstırılmışlığına karşı sözcüklerle ördüğü barınağını güçlendirir.
Kanadı Atlas Kuşlar’da geleneğin kadına yüklediği acıları, “gelin girdin / kefenle çık / er sözü kulağına küpe” diye dillendirirken, Dünya Tutulması’nda “Burka” aracılığıyla kadınlığın evrensel dramına parmak basar: “dokuz ay dokuz düğüm öldün / adın bile anılmadı Burka / senin kanındır akan dünyanın bütün sokaklarında.”
Arayışın izinde
Çiğdem Sezer’in beş kitaplık şiir toplamına bakıldığında, ilk göze çarpan özelliğin, sürekli bir arayışın peşinde olduğudur. Dil, söyleyiş, tematik açılım… vb alanlarında hep bir yenilenmenin, hep bir farklılaşmanın belirtilerini izlemek mümkün Çiğdem Sezer’in kitaplarında. Her şiir, her kitap kendini önceleyenin, hem dil ve söyleyiş, hem insana ve hayata bakış… vb. açılarından daha ileri bir noktada konumlanıyor. Bu konumlanış, kendini önceleyenden hem kopuşu, hem kenetlenmeyi işaret etmesi açısından Çiğdem Sezer’in, şiiri bir uzun yol koşusu olarak kavradığının da göstergesi. Vardığı noktayla yetinip çoğaltmayan, alışılmışın rehavetine kapılıp teknik yetkinliği yinelemeyen bir şiir üretiyor. Yeni biçimsel aranışlar, söyleyiş farklılıkları, şiirselliği değişik yataklara taşıma çabası, bulduğuyla yetinmeme uğraşının ürünleri olarak ortaya çıkıyor. Şiirin bulunduğu yerde yitirilebileceği düşüncesi yol gösteriyor Çiğdem Sezer’e. Aramaktan çok, bulmaktan korkuyor, “kaybetmek değil / ormanda yolumu bulmak korkusu” hep eşlik ediyor şiirlerine.
Ses, uyum, sözcük seçimi ve sözcüklerin kenetlenişinde de cesur birliktelikler kuruyor. Örneğin Çılgın Su’daki “Yitik Yaz” şiirinde yer alan “demir çiçekler suladım / çöl ikliminde” dizelerindeki sözcük seçimi ve bu sözcükleri (demir/ çiçek) yan yana getirişi ya da “bir türkü nasıl kan kokarsa öyle / kan nasıl akarsa türkü gibi” dizelerindeki kan ve türkü, kanın türkü gibi akması, yerleşik anlam yüklemelerini ve çağrışım boyutlarını zorluyor. Ama Çiğdem Sezer, (Yitik Yaz’daki “demir” ve çiçek” ağırlığını nasıl “goncası yüzüne düşmüş / bahardı” dizeleriyle hafifletiyorsa, burada da “güvercin” motifiyle engellemeye ve azaltmaya çalışıyor.) Yan yana getirilen sözcüklerin oluşturduğu bireşim, alışılmış anlam alanlarının dışına taşarak, yeni çağrışımlara, yeni evrenlere açıyor okuyanı. Bir anlamda sözcüklere hükmediyor, onları yataklarından uğratarak, şiirseli bir başka boyutta yakalamaya çalışıyor. Çünkü “kulübesinin damını” sözcüklerden örüyor. Elbette bu sözcükler, aşınmış anlam yüklemeleriyle malul olmayacaktır. Şiirde sözcüklerin yaşarlık kazanması, bir anlamda, kendilerinden çok, yan yana geldiği, etkileşime girdiği sözcük ya da sözcük öbekleriyle oluşturduğu bütünsellikten kaynaklanır.
Sadece sözcük seçiminde ve sözcüklerin emiştirilmesinde de aramıyor Çiğdem Sezer şiirseli. Ahenkler arasındaki geçiş de önemli bir yer tutuyor bunda. Kanadı Atlas Kuşlar’da, yer yer yakaladığı türkü tadında söyleyişten (“menekşeydi toprakta / su gözünde nilüfer/ soramadı kimseden / ilkyaz nereye gider”) daha ağır makamlara, durmuş oturmuş, olgun söyleyişlere yöneliyor. Yumuşak seslerden, pes tonlardan konuşmaya başlıyor. Şiirin iç müziğini kuşanmış, notaların ağır ritmini yediriyor şiire: “ölü bir martıyı nazar boncuğu gibi / kalbinin orta yerinde gezdiren / bir yangını yanıp yanıp tüketemeyen / denizi gördüm / tanıdım kendi kanımı kokusundan” (DT, 84)
Zaman zaman o kırık, içten içe fıkırdayan buğulu sesi özlese de (“sesi bir kar gülünde / kış günü aşk evinde / görsem dokunacaktım / sendeki ölümüme”), ağır, uyumlu ve derin uğultuların müziğine yeniden dönüyor. Yağmurun sesiyle, lirizmi boşlamadan, dingin coşkuların bir yanıyla acıya bulanan çığlığını duyurmaya çalışıyor: “bizi unutacaklar kaptan / gemi kan alıyor, balıklar / kendi kanlarında boğulacaklar” (DT, 84) Ya da: “kırılır cümle fanus / bir pervaz hatırası kuşlardan / kalır, yazdır, biter / ezilir kalbim gibi sözcükler” (BŞHF, 65)
Bu konuda söylenmesi gereken son söz, Çiğdem Sezer’in şiirinde, sözcüğün sözcükle sevişmesinin, ritmin kesik ya da soluk soluğa seyretmesinin, inip yükselmesinin, durulup ağır ağır akmasının, onun şiirinin ayırıcı özelliklerinden olduğudur.
Şehir ve ev içleri
Dağlara, denizlere, uzaklara gönül düşürse de Çiğdem Sezer’in şiirinin dönüp dolaşıp geldiği yerlerden biri de onun şehri ve ev içi sıcaklığıdır. Orda giyinir acılarını, umutlarını; orda duyumsar varlığının onulmaz ağırlığını. Kararsızlık yaşar yer yer: “biraz gezginim çokça acemi / göçebe ruh gövdeden öte / orda bekliyor, otların arasında / şahin uçuşuyla, şeytan kanıyla / besleniyor / şiir mi şehir mi aşk mı”
Kent imgesi, dönem dönem ağırlıklı olarak işlenir Çiğdem Sezer’in şiirinde. Kuşkusuz bu fiziksel bir kent olgusunun ötesinde, insanı da dışlamayan, kompleks bir bütünlüğü ifade eder. Kimi zaman bir ev içidir, kimi zaman sığınılacak bir gölge, kimi zaman da, “Yaslı Ova” adlı şiirde, ululandığı mı, acılandığı mı belli olmayan, deprem sonrası Adapazarı’dır: “biz yalnızca bir harftik / yan yana gelemeyen ve bu yüzden / kimselerin bir anlam veremediği / kargacık burgacık harfler / ovanın karnında” DT, 86)
Bir yerde, “yer aç bana kentinde / sürgünüm / suçluyum / hayat kadar /…/ kesilsin soluğum göğsünde” (ÇS, 34) derken, bir başka yerde, anlayışsızlıklar, kopmalar ve kendine kapanmalar olarak çıkar karşımıza kent, insanla özdeşleşir: “çaldım bütün kapılarını / sağır ve dilsiz şehrin / çaldım / bütün kapılarını ey insan”
Kimi zaman kent, çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun ve zulmün belirteni olarak yer alır şiirlerde: “kan revan sokaklar dolaştı ayağıma / yarası kurtlanmış cesetler / arasından / geçtim / ılık kanıyla güneşin / damarlarından / yalnızca devlerdi bileyen hançerini / bu şehrin bütün uykularında” (ÇS, 63) Şehrin kimliksizliği, insan örseleyen, kendine yabancılaştırıp, bireyselliğini törpüleyen acımasızlığına karşı sesini yükseltirken sanki attığı, insanın ölüm çığlığıdır: “kime gitsem kendime dönüyorum; eski bir şarkı dudaklarımda / kim olduğumu unutuyorum, şehir kapatıyor kapılarını… ölüyorum” (KGH, 15)
Bunların da ötesinde duyarlıklarla örülü bir şiirin izini sürüyor Çiğdem Sezer. Bu, sulu göz bir duyarlıktan çok, sorumlu bireyin, şair olarak çağına, yaşadığı dünyaya yönelik insan duyarlığıdır: “Kendi içine çürüyen elma”nın acısını duyarken, insana, çevreye, dünyaya yöneltilen tehditlere karşı da duyarlı bireyin sorumluluğunu yükleniyor. “Dünyanın oyuklarından kan” akarken, “gemi kan al”ır, “balıklar kendi kanlarında boğul”urken, çocuklar ölü anaların öyküsünü anlatırken, şairin bunlara duyarsız kalması elbette beklenemez. “Sökülmüş dantelin hüznünü” duyan şairden, bu kıyımlara, kırımlara duyarsız kalması nasıl beklenir? Çünkü yaşananlara ne denli uzak olsak da “aynı yağmurun altında” ıslanıyoruz.
Kısaca
Dünya, zaman, aşk, ev içleri, yağmur, deniz, gülibrişim saklanmaya yer arar Çiğdem Sezer’in şiirlerinde. Bulur da... Sözcüklere saklanır hepsi... Sözcüklerin diri, yaşamla soluklanan, yaşamın bin bir rengini, donunu kuşanan doğasına saklanır. Hem yaraya, hem cerraha sığınır. “mülteciyim, asiyim, şairim” dedikten sonra, “hüzün koynunda büyüttüğü kan pıhtısı” olur. “Doğurup doğurup acılan”dığı şiirlerle sağaltmaya, onarmaya çalışır kendini.
Daha doğrusu dünyayı bir ucundan tutup havalandırıyor. Havaya kaldırarak değil; şiir çekmez o yükü; şiirleriyle havasını değiştirerek, gül kokusuna, insan sıcağına boğarak…
* Çiğdem Sezer’in şiir kitapları:
Kanadı Atlas Kuşlar, Kerem Yay., 1991.
Çılgın Su, Dünya Kitap, 1993.
Kapalı Gişe Hüzünler, Karşı Yay., 1996.
Bir Şehrin Hatıra Fotoğrafından, Hera Şiir, 1998.
Dünya Tutulması, Yom Yay., 2005.