20 Ocak 2008 Pazar

Söyleşi :İbrahim Dizman



ÇİĞDEM SEZER’LE 2006 CEYHUN ATUF KANSU ŞİİR ÖDÜLÜNÜ ALAN YAPITI

“DÜNYA TUTULMASI” ÜZERİNE..

*** Yom Yayınları’nca okura sunulan “Dünya Tutulması” adlı şiir kitabınla 2006 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülünü aldın. Bu kitaptaki şiirlerde de, öncekiler gibi derinden bir kederin akışı var. Keder senin şiirine yakışıyor diyebilir miyiz?

Benim dünyaya yakışıp yakışmadığımı bilmek gibi bu. Var’ım işte, buradayım. Kim yakıştırmışsa...Şiir, içimdeki bir şey, keder de. Dünyayla bir derdi olanın uğraşı değil midir şiir? Öyleyse... Hani, varoluşcular, insanın ancak sıkıntıyı/ kederi duymakla varolabileceğini söyler ya, bir anlamda katıldığımı söyleyebilirim buna. Ama hiçliğe varacak bir durum olarak algılamıyorum bunu.

*** Bir şiirinde “kırk kapı kırk kez üzerime kapalı” diyorsun. İnsanlık hallerini anlatmayı seviyorsun şiirinde. Hangi kapılar kapalı yüzyılımızın insanına?

İnsanlık hallerini anlatmayı sevmekten çok, anlamaya çalışıyorum. Ancak bu çaba götürebilir beni insana, götürebilirse. Başkaları adına söz söylemek mucize gibi geliyor bana; kendimdeki ben’i bile çözememişken, başka insana, öteki’ne dair ne söyleyebilirim? Ben, bana kapalı kapıları bilirim ancak. Başkalarının başka kapıları vardır, açılır belki, bilemem. Kimilerinin maymuncuğu bile olabilir. Kendime benzeyeni biraz tanıyabilirim ancak. Yarası yarama, kederi kederime benzeyeni. Kimdir o, onlar, bunu da bilemem.Şiirin vazgeçilmezliği bu bilinmezliğindedir belki, çözülmezliğinde. Aşk gibi, Ölüm gibi. Kavuşunca bitermiş ya aşk; ölüm gelince de biz bilmeyiz, öyle bir şey şiir de. ‘Tamamına ermek’ olanaksız. Bulamayacağımı bile bile ararım o tam’ı, ararız. İşte bu arayışta görürüm kapalı kırk kapıyı; evlerin yorgun, eşiklerin yalnız, avluların kederli olduğu zamanları. Bu şiirin sonunda bir el açar kapıları, düzenler evi, avluyu, eşiği, yine de dünyanın gözlerine bakmaktan korkar güller.
Demem o ki, kapatan da insandır kapıyı, açan da. Kimse kimsenin kapısını açamaz. Açarsa, ancak konuk olunur o kapının ardına. Asla senin olmaz o ev, o eşik, o avlu, o kuyu, o dünya. Kendiyle, dünyayla yüzleşemeyen insanın kapattığı kapılar var. Kurgulanmış sanal yaşamlar sürüyor oralarda. Ben de onlardan biriyim; kimse masum değil bu anlamda. Ama önemli bir fark var elbette; farkındalık ve çaba.Az önce sözünü ettiğimiz keder, bu farkındalığın armağanı değil midir? Burada, dünyada olma hali; kapalı kapıları, geceleri bile maskesiz dolaşamayan ruhları, ruhsuzları görmenin, bilmenin, aralarında, içlerinde olmanın, onlardan biri olmanın belki de, armağanı değil midir o keder?...

***Sevinçli şiirlerini de göz ardı etmemek gerek: “uğuldayan çarşı kalabalığından / çıkageldin, sevindim/ şarkılar seçtim kendime senden/ su sesleri terlik sesleri günlerden...” Uysal, evcil bir sevinç bu. O yırtıcı kederle uysal sevinci şiirinde buluşturman bilinçli bir seçim mi?

Denge...Modern bireyin en büyük çelişkisi. Hele bir de kadınsa!. Modern sözcüğünü yaygın içeriği ile kullanıyorum; yoksa kendimi o kavrama konumlandırdığımdan değil.

*** Bu, kavramın dışında kaldığın anlamına mı geliyor?

Hayır, bir şekilde içindeyiz. Bundan yakındığımı söylemeyeceğim.Ama benim bu modern zamanlarla pek uyuşmayan ‘eski’ bir yanım var galiba. Yitirmek istemediğim bir yanım. Günümüzde kadın olmak, sosyal yaşamın içinde kalmak, anne olmak, yazmak..Böyle bakınca, tek bir bireyin taşıyamayacağı kadar ağır geliyor hayat. Dahası, yük olmaya başlıyor.O zaman, ‘denge’ diyorsunuz, bütün bunları yapabilmek, hayatı yük olmaktan çıkarıp, size ait kılmak. Yeni bir hayat ol’durmak yani. Bu ‘yeni hayat’ çabası, kedere de, sevince de aşinadır, olmalıdır. Verdiğin örnekten daha sevinçli şiirlerim de vardır: sevgilim/ çıplak sesim / hoş geldin / dar avluya, iç kapıya / seninle ikindi serinliği /mürekkep lekesi / sıkışık odalara yayılan damla / nasıl da şen şakrak şimdi / şu kırk yıllık küs ortanca.
O sevgili, o çıplak ses, o sevinç; biri, bir ses, bir koku, bir ışık, bir anımsama, bir unutuş, bir bağışlama...Kim bilir? Tam boğulacakken, seni suyun yüzüne çıkarıveren bir güç. O anları kaçırsa insan, boğulmalarda kalır; su çekilse bile, onca zaman su altında kalmanın kederi boğar insanı. Bu yüzden ‘yırtıcı keder’ ve ‘uysal sevinç’ .Bilinçli bir seçim mi, bilmiyorum.Yazma anında ne denli bilinçliyse şiir, seçimim de o kadar bilinçli olabilir ancak. Bana kalsa, kendiliğinden bir tercih, derim. Hücrelerimin bana sorma gereği duymaksızın tercih ettiği bir ‘doğru’.

*** En başından beri yakından izlediğim şiir serüveninde imge, hep yol göstericin olmuştur. Yaşamın içinden, duru, anlaşılır ama çarpıcı imgelerle ördün hep şiirini. Bu yapıtında da böyle. Son yıllarda kapalı, anlaşılmazlığı amaçlayan “imge”lerle yazılan şiirleri nasıl değerlendiriyorsun?

Ne olur bana değerlendirme soruları sorma. Mütevazı görünme çabası filan değil; doğru gelmiyor bana bunu yapmak. Elbette birileri yapacak bu işi, yapmalı, ama o, ben olmamalıyım. Ben yalnızca kendi serüvenimden yola çıkabilirim. Bu anlamda imge konusunda söylediklerini onaylıyor, böyle düşündüğün için de seviniyorum. Çünkü yapmak istediğim bu; imgeyi gözardı etmeden, bu arada da şiiri düğüm düğüm olmuş çamaşır ipine çevirmeden yazmak. Bunu, şiirimi anlaşılır kılma çabası ile yapıyor değilim; bu da kendiliğinden bir oluş. Bir ara sözcüklerle ‘oynadığım’, imgeyi kapattıkça kapattığım gibi. Böyle bir dönemim oldu. Nedenlerini biliyorum, ama bu nedenleri genellemek doğru değil. Şiire dair olanın genellenmesi, şiirin özüne ters, öncelikle. Dediğim gibi, ben kendi serüvenime bakabilirim ancak, oradan konuşurum. O serüvende bir dönem hayatla tam yüz yüze gelmiştik, ikimiz de çırılçıplak. Gel hadi, diyordu hayat, gel ve hesaplaş benimle. Yapamazdım; sorunları biliyordum, çözümsüzlükleri de. Ama hiçbir şey yapamamak da bana göre değildi. Yıkmak, parçalamak arzusu...Yapamıyorsunuz. İşte o zaman, kelimenin tam anlamıyla saklandım sözcüklere. İçimdeki öfkeyi kustum. Sonra bitti. Başka çözümler üretebileceğimi öğrendim belki de. O zaman bıraktım sözcüklerle oynamayı. Aslında iyi bir deneyim oldu; şiirin ben’den, bireyden fazla olduğunu, olması gerektiğini, bu anlamda şimdi’yle sınırlanmaması gerektiğini öğretti bana o dönem. Çoğu zaman , hayat şimdi’den şu an’dan ibaretmiş gibi yaparız. Şimdi /şu an önemlidir elbette, bütüne aittir; ama bir yandan da bütün şimdi’ler, ‘önce’ olmaya yazgılıdır. Öyleyse, şimdi’nin öfkesini, sonra’nın sevincine hazırlayabilmeli. İmgenin bendeki oluşumudur bu, şiirime yansıması. Anlaşılmazlığı amaçlamaksa başkasının sorunu, benim değil. Gerçek, çok katmanlı bir yapı; orada amaçsızlığı amaçlayana da yer var.


***Son on yıldır diyelim, düzyazı, roman ve öykü edebiyatın tahtına oturmuş gibi görünüyor. Şiir, yaşadığımız hayatı karşılayamıyor mu artık?

Son cümleni tersinden söylesek ne dersin? “ Yaşadığımız hayat, şiiri karşılayamıyor mu artık?”
Çok bildik sözler söylenebilir bu konuda; az önce konuştuğumuz kapalılık, anlaşılmazlık, okuma eksikliği, sosyo kültürel politikalar... Ama bazı toplumsal olaylarla çakışması dışında, hangi zaman ve coğrafyada, şiir hayatla diz dize oturmuş ki! Sorunu ciddi anlamda yanıtlayabilmek için, son on yılın toplumsal yapısını doğru çözümlemek, yorumlamak gerek. Tahta oturan, edebi metinler mi, edebiyat dışı metinler mi? Kolay tüketilen metinleri seçiyor insanlar. Bu da aldatıcı rakamlar çıkarıyor ortaya. Şiire gelince, göl değil ki o, sıkıştığı mekanda devinip dursun! Deniz gibidir şiir; yükselir, alçalır, gider, gelir, değişir...Bir dolu atık maddenin yanında, en değerli batıklar da oradadır. Sürekli yeniler kendini; atıklardan kurtulur, istiridyedeki inciyi çıkarır güneşe. Parlaktır, yakıcıdır, onu bulmak da, orada kalmak da zordur. Kanımca şiir, tahtını değil, tebaasını yitirdi. Okur da var bunun içinde, şair de. Bu da olağan değil mi? Şair de bu toplumsal yapıdan besleniyor. Popüler kültüre karşı dururken bile, çoğu zaman onun argümanlarını kullanıyoruz. Değişim yasası şiiri de kapsar, şairi de. Bu arada tahtan inenler de olur, tahta çıkanlar da. Ama ne istiridye umursar bunu, ne de o istiridyedeki inciyi ellemeye yüreği yetenler...

*** “Kadın şair” tanımlamasına bildim bileli karşısındır; bu konuda yazılar da yazdın. Ama, yine de, bu kitabında da yer alan, dergilerde yayımlandığında da çok sevilen bir şiirin var: Burka. Acaba kadın duyarlılığını taşımasaydın “ dokuz ay dokuz düğüm öldün / adın bile konmadı burka / senin kanındır akan dünyanın bütün sokaklarında” diyebilir miydin?

A z da olsa çevirilerden izlediğimiz çalışmalar var; kadın şairlerin kullandığı dilin özellikleri, toplumsal baskının şair üzerindeki belirleyiciliği; buradan yola çıkılarak varılacak sosyolojik, psikolojik sonuçlar.....Bizde de yapılıyor bu tip çalışmalar. Ama bizim kadın şairlerimiz konu edilmiyor onlarda. Şu saçma sapan tartışmalardan kurtulup, böyle ciddi, yararlı uğraşlara yönelmek için daha ne bekliyoruz? Dil’den yola çıkıp yapılacak çözümlemeler, saptamalar, yorumlar... Kadın şiirindeki dilsel olanaklar. Parçalanmanın, kanamanın, bütünü aramanın dili, sözcükleri. Çoğu erkek şairin kullandığı dilin egemen, baskıcı söylemi çoğaltıp çoğaltmadığı; kadın şairin kullandığı dilin ne kadar kadına ait olduğu, ya da, erkek söylemini tekrarlayıp tekrarlamadığı. Dilin olanaklarını kullanır şair, ve bir görevi varsa, bu görev, o olanakları çoğaltmaktır öncelikle. Bunun için de, bir an önce, kendimizi küçük düşüren cinsiyet tartışmalarını aşmak, bu tür çalışmalar yapmak zorundayız. Biri, birileri çıksın, yapsın bu çalışmayı, ve senin soruna o yanıt versin, ben değil. Değilse, susmanın erdemine sığınsınlar. Ama zordur bu çalışmalar, emek ister, birikim ister. Kısır tartışmalarsa gündem oluşturur size, üstelik emek de gerektirmez, birikim de.


***Son dönemde, şiirden düzyazıya bağlanan bir damar bulduğunu biliyorum. Aşklar Ve Baharatlar adlı roman dosyan, İnkilap Kitabevi’nin düzenlediği yarışmada “dikkate değer” bulundu. Dizeden tümceye doğru bir geçiş mi yaşayacaksın?

Evet ama, bir tür ikili geçiş olacak sanırım. Roman yazdım diye şiirden vazgeçmiş değilim. Sözcükleri başka formlarda ilişkiye geçirmek...Hepsi bu. ‘Asla olmaz’ dediğim şey oldu, roman çıktı ortaya. Kendiliğinden bir süreçti o da. Zamanı şimdiydi belki. Ama bunda şaşacak bir şey yok; sözcüklerle iç içe bir yaşam, dize dize, ya da tümce tümce. Aynı kandan geliyor ikisi de. Çatıştıkları kadar, sevişiyorlar da.


*** Son olarak, yazı tezgahında neler var; önümüzdeki dönem için yazınsal tasarıların nelerdir?


Tezgahta şiirler var elbette, ve yeni bir romanın ilk bölümleri; ama tasarı olarak değil. Tasarlamak -bu alanda-, benim yapabileceğim bir şey değil. İçime düşmüşse, olgunlaşmışsa, oturur ol’durum / yazarım. Ya da, onlar ol’durur beni. Hâlâ ‘oluş’ halindeyiz yani.
11 Mayıs 2006 Cumhuriyet Kitap